Hukuk
biliminin görevi hukuki alana bakarak, geçerli önermelerin formüle edilmesidir.
Günümüzde bilim alanında kullanılan genel yöntem hipotez (denence) ve doğrulama
(verification) üzerine kuruludur. Ancak, çağcıl ampirikçiler bu yönteme karşı
gelmişler ve öncelikle olgularla işle başlamanın gerekli olduğu esasını
benimsemişlerdir. Kuşkusuz bütün olguların incelenmesine insanların ne zamanı
ne de enerjisi vardır. Dış dünyadaki olgular insanın sayamayacağı kadar büyük
olduğundan; araştırmacı bazı ayrıştırma yöntemleri kabul etmeli ve bazı
varsayımlarda bulunmalıdır. Daha somut bir deyişle araştırmacı, ayrıştırmada
bulunurken o alanla ilgili bir hipotez geliştirmeli, varsayımlarda bulunurken
ise dış dünyadaki olguların bir kısmına çalışarak tüm olgular (ana kütle)
hakkında bir fikir yürütmelidir (Cairns, s. 70, 71).
Hipotez;
doğruluğu veya yanlışlığı hakkında herhangi bir fikir vermeden üzerinde çalışma
yapmak amacıyla ileri sürülen önermedir. Hüküm; herhangi bir şeyin doğruluğu
veya yanlışlığı hakkında yargıda bulunan bir önerme olmasına rağmen, hipotez
durumunda neyin doğru neyin yanlış olduğu hakkında fikir yürütülmesi çalışma
tamamlanana kadar ertelenmektedir. Cassirer, bilim tarafından kullanılan iki
yöntemin bulunduğunu iddia etmektedir. Bu yöntemlerden ilki soyut yöntemdir.
Soyut yöntem gereği o sınıfa ait ortak belirleyici unsurları bulunan veya
görünümü gereği o sınıfa ait olan belirli şey veya olgular diğer şey veya
olgulardan ayırt edilerek gruplandırılır. İkinci yöntem ise hipotez yöntemidir.
Hipotez yönteminde yanıtı aranan fiziki olgulardan daha derine geçilerek
belirli önermelere ulaşılır. Cassirer’e göre sadece soyut yöntem, bilim ve
felsefenin gereksinimlerine yanıt oluşturur. Çünkü soyut yöntem gereği olguları
belirli sınıflara bölmekte ve onlara herhangi bir yabancı unsur eklememekteyiz
(Cairns, s. 72).
Cassirer’in
bilimsel yöntemler hakkındaki fikri Cairns tarafından haklı olarak
eleştirilmiştir. Cairns’e göre, Cassirer, sadece betimleyici ve açıklayıcı
bilim arasında bir ayrım yapmaktadır. Cairns, betimleyici bilimin nasıl
sorusuna yanıt aradığına halbuki açıklayıcı bilimin niçin sorusuna yanıt
aradığına işaret ederek, örneğin yerçekimi kanunu açıklanırken cisimlerin niçin
değil nasıl düştüğü üzerinde durulduğunu ifade etmektedir. Yazara göre,
betimleyici bilimin çalışma alanını çıplak olgular oluşturmakta ve bu bilim dalında
nasıl sorusuna yanıt vermemize rağmen niçin sorusuna yanıt verememekteyiz.
Hatta Benjamin adlı yazar niçin sorusuna yanıt veremeyen betimleyici bilimin
gerçek anlamda bilim olmadığını ifade etmektedir. Benjamin’e göre bilim; hipotez,
kuram ve varsayım içermeli, kestirim yapmalı, deney yapmalı, olguların derin
anlamlarını ve temel bağlantılarını saptayabilmek için olguların ötesine
geçmelidir (bkz., Cairns, s. 72, 73).
Hipotez,
çıplak gerçeklere ek bir unsur katarak bilimsel gelişmeye olanak sağlar.
Whitehead’in isabetli olarak belirttiği üzere bilimsel gelişmeden kastedilen
husus; oylumunun çok olması değil fikridir. Gerçekten de, olgular kendi
başlarına bir hipotez sunamamaktadır. Cohen’in özenli bir şekilde belirttiği üzere
çok önemli ve faydalı hipotezler; sadece bir kısım yetenekli müzik
bestecilerine ve büyük şairlere ilham gelmesi hali gibi Tanrı tarafından
yetenekli insanlara verilmiş bir hediyedir. Bir başka deyişle çok önemli ve
faydalı hipotezler; Tanrı’nın sevdiği insanlara verdiği bir bağıştır. Cohen’e
göre hipotez; olguların görünümünün ötesine bakarak bizi gerçeklik olan
bilinmeyene doğru yöneltir (bkz., Cairns, s. 73).
Günümüzde hukuk bilimi daha fazla hipoteze
gereksinim duymaktadır. Holmes’in 19. yüzyılda ifade ettiği “hukukta
gereksinimimizden daha az kuram vardır” sözü günümüzde de geçerlidir.
Hukukçuların bu zaman kadar ileri sürdüğü hipotezlerin tümü olgularla
uyumsuzdur. Ancak bu durum hipotezin değersiz olduğunu göstermez sadece olguların
inkarı veya varsayımlarının değersiz olduğunu gösterir. Amerika Birleşik
Devletleri’nde; hukuku emir kuramıyla açıklayan okulun son temsilcileri;
okuyucularını yazmış oldukları eserlerde uyararak, eserde ileri sürülen
hipotezlerin bütünüyle hukuki bir başka deyişle olgulara bütünüyle aykırı
olduğunu ileri sürmüşlerdir (bkz., Cairns, s. 73).
Bilimsel
yöntemde hipotez, paranın yazı kısmını temsil eder. Paradan ayrılması olanaksız
olan tura kısmını ise kanıtlama oluşturur. Bilimsel yöntem ve bilgi kuramı
bakımından kanıtlama sayısız güçlükler doğurmaktadır. Yntema’nın gözlemine
göre, hukuk biliminde kanıtlama işinin oldukça kritik bir konumu bulunmaktadır.
Yntema’ya göre hukuk biliminde kanıtlama yaparken iki çeşit süreçten
faydalanılmalıdır. Bu süreçler; uslamlama (çıkarsama) ve doğrulama süreçleridir
(bkz., Cairns, s. 73, 74).
Hipotezin
formel koşullarından birisi; ondan yapılan uslamlama sonucu varılacak vargının,
doğrulama veya aksinin kanıtlanmasına olanak verecek ölçüde iskeletinin
oluşturulmasıdır; aksi takdirde hipotez, ampirik olarak bir anlam ifade etmez.
Carnap ve diğerleri tarafından isabetli olarak belirtildiği üzere hipotezin
içerisindeki önermenin iki tür sonucu bulunmaktadır. Bunlardan ilki;
mantık-matematiksel özelliğinin dönüşümü; ikincisi ise ampirik özelliğinin
dönüşümüdür. Nitekim “Anayasa devletin en üst hukuk normudur ve en üst hukuk
normunun uygulanmasını gözlemleme görevi Anayasa Mahkemesi’ne verilmiştir”
önermesinin “Anayasa devletin en üst hukuk normudur” ve “Anayasa’nın
uygulanmasını gözetleme görevi Anayasa Mahkemesi’ne aittir” şekillerinde ve
bunların dışında daha birçok formel anlamları bulunmaktadır. Mantık ve
matematiğin yaşam damarını formel anlamlar oluşturur buna karşılık ampirik
bilim açısından önemli olan husus formel anlam olmayıp önermenin deneysel
yönteme uygun olup olmadığıdır. Bir başka deyişle, ampirik bilim, deneysel bir
sonucu bulunmayan hipotezi, bir başka deyişle doğru veya yanlışlığı test
edilemeyen hipotezle ilgilenmemekte, onu ilgi alanına sokmamaktadır. Ampirik
bilim; bu şekildeki hipotezleri mit olarak kabul etmekte ve kendi alanı dışına
tutmaktadır (bkz., Cairns, s. 74, 75).
Hukukta
çoğu durumlarda bir hipotez doğrudan test edilememekte ancak onun örtülü anlamı
test edilmektedir. Örneğin yazılı metin veya kitapçık dışında hiç kimse
anayasayı görmemiş hatta yazılı metin veya kitapçıkta anayasayı görse bile onun
devletin en üst hukuk normu olduğunu gözlemleyememiştir. Bununla birlikte
Anayasa Mahkemesi’ni oluşturan on bir yargıcı ve onların faaliyetlerini
gözlemleyebiliriz. Eğer yaptığımız gözlem sonucu Anayasa Mahkemesi üyelerinin
yaptığı faaliyetler “Anayasa, devletin en üst hukuk normudur” önermesinin anlamıyla
uyuşuyorsa, önermenin geçerli olduğu “olası”dır. Kanıtlama işi yapılırken olası
ifadesi kullanılır. Çünkü önermelerin sınırsız sayıda olayları kapsadığı
düşünülmekte; ancak sınırsız sayıdaki olayların hepsini gözlemleyemeyip sınırlı
sayıda gözlem yapmaktayız. Esasen, bu şekildeki bir ampirik hipotezi tam
anlamıyla kanıtlamamız olanaklı değildir (bkz., Cairns, s. 75).
Doğrulama
sürecinde iki unsura gereksinim vardır. Bunlardan ilki; hipotezi bir dereceye
kadar doğrulatmaya yarayan bir sürecin kısacası test edilebilirliğin bulunması;
diğeri ise hipotezin doğrulatacak koşulların bilgisi kısacası doğrulatabilirliğin
bulunmasıdır. Bir hipotezin doğrulanabilir olmasına karşın test edilebilirliği
bazen olanaklı olmayabilir. Bir başka deyişle hangi koşulların hipotezi
doğrulacağı bilinmesine rağmen hipotezi test edecek düzeneğin bulunması
olanaklı olmayabilir. Örneğin mutlak zaman hipotezinin herhangi bilinen bir
yöntemle test edilmesi olanaklı değildir bununla birlikte Newton Fiziği
koşulları altında söz konusu hipotezin doğrulanabilirliği olanaklıdır (bkz.,
Cairns, s. 75, 76).
Bilgiye ancak hipotez ve kanıtlama
süreçlerinden sonra ulaşılır. Bir bilim dalında hipotez ve kanıtlama
süreçlerini kullanan bilim adamları sadece o alandaki bilgilere değil diğer alanlardaki
bilgilere de ulaşmaktadır. Bilimin tarihsel incelenmesinden hipotez ve
kanıtlama süreçlerinin evrensel bir bilim yöntemi olduğu anlaşılmaktadır.
Hipotez ve kanıtlama süreçleri; psikoloji, kimya, mantık ve etimoloji gibi
bilim dallarında yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Söz konusu bilim
dallarında yoğun bir şekilde kullanılan hipotez ve kanıtlama süreçlerinin hukuk
biliminde kullanılmaması için herhangi bir neden yoktur (Cairns, s. 76).
Hukuku
bilimsel bir temele oturtabilmek için sadece hipotez ve kanıtlama süreçlerinin
bilinmesi yetmez bunun yanında kavram (concept) ve olgunun ne olduğunun da
bilinmesi gerekir. Anlamı kullanıldığı yere bağlı olan ve soyutlama ifade eden
bir kelime veya işarete kavram denir. Bir başka deyişle, kavram; ortak unsurlar
taşıyan şeylerin, soyutlama yapılarak içeriğinden ayrı olarak bir araya
getirilmesidir. Dış dünyada birçok şey aynı tarza sahip olduğundan; az sayıda
kavrama gereksinim duyulmaktadır. Bir şeyin biçimini soyutlar ve onu
sembolleştirirsek kavrama ulaşırız. Nitekim hukukta da bu şekilde ulaşılan
birçok kavram vardır. Örneğin; “mahkeme kararıyla saptanan borç”, “karşı
tarafın hatası sonucu veya karşı tarafı aldatarak elde edilen para”, “haksız
fiil sonucu elde edilen kazanç” ve “sözleşme düzenleme serbestisi” hukukta
kullanılan kavramlardır. Hukukta kullanılan kavramların pratik değeri
sayılamayacak kadar çoktur. Kavramlar; öğrenilen şeylerin sürdürülmesini
sağlayan ve onları belirginleştiren, kesinlik, kısalık ve enerji tasarrufu
oluşturan teknik bir dil sağlar. Daha da önemlisi kavramlar nedeniyle yeni
bilgi araçlarına da kavuşulur. Hukuk biliminde kavramlar düzgün bir şekilde
kullanılmamaktadır. Hatta utanç verici tarzda bir hukuk fakültesinde bir dersin
adı “Hukuk Bilimi Kavramları” olarak adlandırılmıştır. Kuşkusuz hukuk biliminde
kavramların kullanılması kaçınılamaz ve istenilen bir durumdur ancak bu dersin
isminin utanç verici olmasından kastedilen husus; kavramların oluşturulması ve
kullanılmasının doğru olmamasıdır. Söz konusu derste hiç bir rasyonel hukuk
sisteminin göz ardı edemeyeceği “insan ilgisi” gibi değişik faktörler dikkate
alınmamış ve insan için uyum sürecinin gerekli olduğu dikkate alınmamıştır.
Diğer yandan, hukukta kullanılan kavramların mutlaka bir ereği vardır. Çok
kritik bir şekilde oluşturulmuş olsa bile kavramların özensiz kullanılması
durumunda birçok şeytanlık ortaya çıkmaktadır (Cairns, s. 76, 77).
Olgu;
önermede açıklama yetisi bulunan şeydir. Olgu önermeden faklı bir husustur.
Önerme durumunda yanlış veya doğru bir fenomen hakkında bir tümce
kurulmaktadır. Olgu ise kendi başına doğru veya yanlışı temsil etmez, önermeyi
doğru veya yanlış kılar. Olgu kısaca olan olaydır. Örneğin Anayasa
Mahkemesi’nin on bir üyeden kurulu olması olayı gösteren bir olgudur. Bu
gerçek, Anayasa Mahkemesi’nin on bir üyesinin bulunduğu şeklinde bir önermeyi
doğru yapar; buna karşın Anayasa Mahkemesi’nin on iki üyeden kurulu olduğunu
ileri süren bir önermeyi yanlış kılar (bkz., Cairns, s. 77, 78).
Hukuki
kavramların iki farklı türü bulunmaktadır; birinci türde; mantıki olarak öncül
önermelerden tasım sonucu çıkarılabilen ve formel olarak doğru kabul edilen
tezler olmasına karşılık; ikinci tür, doğruluğu veya aksi kanıtlanabilir
ifadelerdir. Söz konusu iki türün dışındakiler ya bütünüyle saçma ya da sözde önermelerdir.
Örneğin, Montesquieu’nin “Genel olarak hukuk, insan sağduyusudur” şeklindeki
önermesi sözde bir önermedir çünkü bu önermenin doğru veya yanlışlığını test
edecek bir düzeneğimiz bulunmamaktadır. Eğer Montesquieu’nin fikrini kabul veya
ret edecek elimizde bir analiz olsaydı bu durumda Montesquieu’nin ifadesini
sözde değil önemli olarak kabul ederdik. Bu açıdan önermelerin sadece formel
olarak doğru veya önemli olması yetmez onun gerçekleşme özelliğinin bulunması
gerekir. Bir başka deyişle bir hipoteze gerçek bir hipotez denilebilmesi için
onun kanıtlanma yetisine sahip bulunması mutlak bir gereksinimdir. Buna karşın,
neredeyse tüm hukuk dallarındaki hukuki önermeler ampirik hipotez niteliğinde
değil, düstur niteliğindedir. Bir başka deyişle yasal önermeler; belirli bir
alandaki harekat tarzını gösteren kural veya normlardır. Düstur niteliğindeki i
hukuki önermeler formel olarak yoğun bir şekilde incelenmesine rağmen ampirik
açıdan neredeyse yok denecek tarzda incelenmiştir (bkz., Cairns, s. 78, 79).
Kavram;
yeni bilgiye ulaşmanın bir aracıdır. Kavramlar gerçek bir hipoteze
dönüştürülerek; doğrulanabilir veya aksi ortaya konulabilir. Hipotez kendi
başına belli ölçüde geçmiş deneyimlerimizin bir özeti ve gelecekteki durumların
bir beklentisidir. Eğer hipotez, önermede ileri sürülen kavramı doğrularsa, kavramın
hukuki yapıda meşru olarak yer aldığı sonucu çıkarılır. Bu durumda kavram,
formel bir bilgi türetilmesine dayanak noktası oluşturur. Bununla birlikte
hukuki kavramlar hakkında bu zamana kadar birçok analizler yapılmasına rağmen
hukukun genel kuramı açısından neredeyse tüm kavramların yeniden formüle
edilmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır (Fazla bilgi için bkz., Cairns, s. 78,
79).
Buraya
kadar anlatılanlardan da açık bir şekilde ortaya konulduğu üzere hukuk bilimi
açısından hipotez ve kanıtlama yaşamsal bir önem taşımaktadır. Bununla birlikte
hukuk biliminin hipotez ve kanıtlama dışındaki diğer bilim yöntemlerini
dışladığı ileri sürülemez. Belirli problemlerle karşı karşıya kalındığı zaman,
karşılaştırmalı, istatistiksel ve diğer yöntemlerin çözüme gerçek anlamda bir
katkı sağlayacağı asla unutulmamalıdır. İdeal hukuk bilimi; ampirik olarak test
edilebilen hipotezlere, bir başka deyişle, geçerli bir şekilde kurulmuş
koyutlara (postülasyonlara) bağlı olarak kurulma eğiliminde olacaktır.
Koyutların formüle edilmesinde mantık, felsefe ve etiğin rolü oldukça
önemlidir. Kısaca, ideal hukuk bilimi, kişinin bilgiye ulaşırken güvenilir
bulduğu araçları meşru olarak tanımaktadır (bkz., Cairns, s. 80, 81).
Hukuk
bilimine de katkı sağlayıcı olan bilimin diğer temel yöntemleri; deneysel,
istatistiki ve klinikseldir. Deneysel yöntem; bir olgu serisinde bir veya bir
kaç elementte oluşan değişikliklerin diğer elementler üzerindeki etkisini
belirlemek anlamını taşır. İstatistiki yöntem; göreceli olarak oldukça çok
sayıda bulunan durumları doğrudan gözlemlemek veya ana kütleden örnekleme
yoluyla örnek seçerek, ana kütle içerisindeki belirli elementlerde birlikte
görülen değişmeleri belirlemek anlamını taşır. Klinik yöntem ise belirli bir
sınıfa ait olgulardaki kişisel olayları gözlemleyip olaylar arasındaki
nedensellik, gereklilik veya etkisellik ilişkilerini belirlemek anlamına gelir.
Bilimsel araştırma yöntemi; deneysel, istatistiki, kliniksel, sınıflandırıcı
(taxonomic) veya başkası olsa da daima ampirik olması kaçınılmazdır. Bilim
ampirik olarak tanımlanamayan şeye bir anlam vermemekte ve yukarıda da
belirtildiği üzere ampirik olarak kanıtlanamayan şeylere anlam
yükleyememektedir (bkz., Loevinger, s. 11).
Bu
kısmı bitirmeden önce bir hususun belirtilmesi yerinde olacaktır. Bilim ile
hukukun araştırma yöntemleri arasında birçok benzerlikler bulunmasına rağmen,
aralarında çeşitli farklar da bulunmaktadır. Hukuk temel araştırma yöntemi
olarak olayı gören insanların tanıklığına başvurmakta, tanık ifadelerin doğru
olup olmadığını test eden çapraz sorgu gibi çeşitli düzeneklere yer vermekte ve
verilen ifadelerin yargıç veya jüri tarafından değerlendirilmesi esasına bağlı
kalmaktadır. Hukukun sorguya dayalı olarak yaptığı bu araştırma yöntemi
“diyalektik” olarak adlandırılmaktadır. Diyalektik yöntem; en çok yargılamanın
işleyiş tarzı olarak, kanıt ve usul kuralları açısından organize edilmiş ve
çeşitli kurallara bağlanmıştır. Ekonomik olarak az gelişmiş ülkeler ayrık olmak
üzere, diğer ülkelerde yargı dışındaki başka kamusal işlerde de diyalektik
yöntem kullanılmaktadır. Örneğin, yasama sürecindeki oturumlarda; yargısal
süreçteki delil değerlendirme düzeneğinde olduğu gibi sıkı ve resmi kurallara
bağlı olmasa da diyalektik yöntemle bilgiye ulaşılmaya çalışılır. Hatta
ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde, hukukun bütün kamu yönetimini kuşattığı
esası benimsenmekte ve hukuksal veriler baskın bir şekilde diyalektik yöntemle
elde edilmektedir (Loevinger, s. 10).
Bilimin
araştırma yöntemlerinin hukukun araştırma yönteminden bir takım farklılıklar
göstermesi, bilimsel yöntemin hukuki sorunlara uygulanamayacağı anlamını
taşımaz. Gerçekten de, Loevinger’in isabetli olarak belirttiği üzere,
milletvekillerinin, yargıcın, yöneticilerin ve diğer avukatların faaliyetleri
dahil devletin birçok faaliyetleri olguları araştırma üzerine kuruludur. Yazara
göre olgular kimi davalarda olduğu gibi sadece belirli bir durumu belirlemeyi,
kimi durumlarda ise örneğin yasama faaliyetlerinde olduğu gibi bir başka
deyişle yeni bir kanun yaparken belirli bir sınıfa veya evrensele ait verileri
bulmayı kapsar. Bununla birlikte, Yazar, hukuki soruşturmanın tek bir olayı
belirlemeyi hedef alsa da, veri veya olayın belirli bir evrensele ait olduğu
gerçeği dikkate alınarak, olguların hiç bir şekilde soyutlanmış bir durumda
bulunamayacağını ifade etmektedir. Yazar, belirli durumlarda kanıt aranırken ve
kabul edilirken; hukuk sistemlerinde, gözlemin, tanık ifadelerinin ve
anımsamanın doğruluğu, anımsamanın doğruluğunu ortaya çıkarmak amacıyla
inceleme ve çapraz sorgunun etkinliğini belirleme gibi örtülü olarak bir takım
varsayımların bulunduğunu ifade etmektedir. Yazar, söz konusu varsayımların
kendilerinin diyalektik yöntemle doğrulatma veya yanlışı ortaya çıkarma aracı
olmadığını, varsayımların, ampirik yöntemle test edilebilen ve araştırılabilen
bir unsur olduğunu ifade etmektedir. Yazar, hukukun bu zamana kadar tanık
ifadelerinin geçerliliği ve güvenilirliğini veya bu alanda bilimsel veriyi
kullanılma gerekliliği yönünde sistematik bir çaba göstermediğini ve bu konunun
üzerinde bilim adamları tarafından ancak son yıllarda o da yetersiz olarak
durulduğunu ifade etmektedir (Loevinger, s. 11).
Hasan Dursun
Kaynakça : Türkiye Barolar Birliği Dergisi S.64 (2006) , sf. 257-264