Bu onuru sağlayacak olan da, özellikle ahlâki değerlerdir; çünkü onlar her insana ve onun her davranışına egemen olmakla tek olan tin’e bağlantının kesin güvencesini oluşturur; her bir bireyi, geçmiş ve geleceği ile birlikte bütün bir insanlığın sorumlu bir temsilcisi durumuna getirir.
Ahlâk
alanında bireyin bütüne olan bağlılığı, aydınlanmanın insana bakış açısının ve
ahlâk anlayışının temsilcisi olan KANT’ın kategorik emperatif’inde en açık
deyimini bulur:
Kişi
olarak, gerek kendinde ve gerekse diğer her bir insanda ortaya çıkan
insanlıktan, aslâ sırf bir araç olarak değil, aynı zamanda daima bir amaç
olarak yararlanacak biçimde davran! Handle so, dass du die Menschheit, sowohl
in deiner Person als in der Person eines jeden anderen, jederzeit zugleich als
Zweck, niemals bloss als Mittel brauchst.
Bunun
içindir ki, ahlâkın buyrukları hiçbir koşula bağlı değildir; onlar kesin bir
istemi dile getirir. Bu özellikleri ile ahlâki değerler, onlardan çıkan
buyruklar (normlar) bireyin yetkinleşmesini dolayısıyla mutluluğunu hedef
alırlar. Bunun için de bireyin iç eylemlerine, düşünce ve zihniyetine
yönelirler. Dışarıdan nasıl görünürse görünsün, bir eylemin ahlâki değerini
ancak, eylem sahibinin niyet ve zihniyeti belirler.
Bu,
bireyin kendi davranış kuralını kendisinin koymasını zorunlu kılar; çünkü,
davranışı belirlen zihniyetin ahlâka uygun olup olmadığını seçilen hedef ve ona
ulaşma biçimi belli eder. Bunun içindir ki, ciddiyetle istenmiş olmak koşulu
ile, dışa yansımayan düşünceler bile ahlâki değerlendirmeye tabidir. Nitekim,
Şemsettin SAMİ ; Bir kötülüğü beğenen onu işleyenden daha kötüdür.
Görülüyor
ki, ahlâk alanında önce düşünce ve zihniyet gelir, önemli olan odur;
yinelensin: Hedef birey olarak insanın yetkinliğidir. Nedir ki, yerine
getirilmemiş iyi niyetin; iyi bir davranışa yönelmiş fakat gerçekleştirilmemiş
irade ve istemin insanı ahlâk karşısında sorumluluktan kurtaracağı söylenemez;
davranışla niyet ve amacın bir uyum içerisinde bulunması gerekir. Bu nedenle
zihniyet ahlâkının davranış ahlâkı ile tamamlanması gerekir.
Diğer
yandan, ahlâk alanında önemli bir nokta da seçilen hedef ile ona ulaştıran yol
arasında da, ahlâki değer yönünden, uyum bulunmasının zorunluluğudur. Belli bir
ereğe varmak için her türlü aracın, aşağılık ve alçaklıkların, çirkin
yöntemlerin bile geçerli olduğunu sanıyorsun. Yanılıyorsun: Amaç, ona varmak
için yürüdüğün yoldadır. Bu gün attığın her adım, senin yarınki yaşamındır.
Hiçbir büyük ereğe, kötü ve aşağılık yöntemlerle varılmaz.
Ahlâkta
bireyin kendi kuralını kendisinin koyması yolundaki otonomi, sorumluluk,
açısından da bireyi öne çıkarır. Buna göre, eylemini kendi kararı ile
belirleyen eyleminin tek sorumlusu olacaktır.
Her
nefis, ancak kendi hesabını kazanır, her nefis ancak kendi günahını yüklenir
(S.D. A, 164).
Bir
kimsenin ister olumlu (değere uygun), isterse olumsuz (değere aykırı) olsun
ahlâk alanındaki tutumundan başkası için hiçbir hak ve yükümlülük doğmaz; meğer
ki, hukuk bir yaptırım ile bu davranışı düzenlemiş bulunsun. Sorumluluğun
yalnızca ahlâki eylemde bulunana ilişkin olacağının bilinmesi ile o kişi için
dışarıdan hiç kimsenin karar veremeyeceği de anlaşılmaktadır. Başkalarının
davranışlarına ilişkin ahlâki değer yargısı vermeye kalkışmak, bizzat o kişinin
ahlâki sorumluluğu altındadır.
Bir
kimsenin bir davranışının ahlâken değerlendirilmesini, dolayısıyla da o
kimsenin sorumluluğunu belirleyen tek ölçü, eylem sahibinin içten, olumlu ya da
olumsuz bir değere yönelmiş olmasıdır. Bunun anlamı özgürlüktür; kişinin,
eyleminde özgürce bir karara varmış bulunmasıdır. Değerler, bir “olması
gereken”i deyimlemekle, değere yönelen
kişinin eyleminde ya da davranışında özgürce verilmiş bir karara dayanmasını
gerektirir.
Oysa,
insanın eylemsel bir karara varırken her zaman özgür davrandığı söylenemez.;
özgürlük insanda ancak bir gizil güç olarak mevcuttur, o da bir “olması
gereken”i gösterir ve bu yüzden o da insana bir yükümlülük olarak yönelir.
Davranışlarımızda doğamızdan gelen itki, dürtü gibi etkenlerden tümüyle
kurtulmak olanaksızdır. Aşağıdaki alıntılar insanın yaşamımızın bu olgusuna
açıkça işaret eder:
Sarih,
samimî ve dürüst bir muamelenin doğruluk eseri mi, yoksa kurnazlık mahsulü mü
olduğu hakkında hüküm vermek güçtür.
Üstelik
insan davranışlarında, iyi ve kötü bir arada olmak üzere birden çok motif
etkili olabilmektedir. En güzel hareketlerimiz bile, eğer onları meydana
getiren bütün sebepler herkesçe bilinmiş olsaydı, bize çok kez utanç verirdi. Bu
nedenle bir kimsenin davranışındaki, sorumluluğunu üstlendiği ifadesine değil
de, arkasındaki itki ve dürtüleri (motifleri, Saikleri) aramaya kalkışmak
ahlâka aykırı kabul edilmelidir. Hiç kimse başkalarının niyetlerini kestirmeye
kalkışan bir insan kadar aşağılık olamaz.
Bu
arada unutulmamalıdır ki,
Her
insanda, insanlığın bütün halleri vardır. Zira herkes gizlice hiyanet ettiği
bir ahlâka hürmetini, başkalarını itham ile ispat etmek ister.
Bir
insanın içinde kalan gerçek “ben”ini anlamak için bireyin değeri konusunda onun
tek tek davranışları değil, FROMM’un “özyapı” dediği kişiliği28, kendi ideal
değer ve değerlendirmeleri dikkate alınmalıdır.
Bir
adamın gördüğümüze emin olduğumuz herhangi bir hareketi üzerine hüküm vermek
yanlış ve haksız olabilir. Zira bir insanın kendi hareketleri bile bazen kendi
aleyhine şahadet değil, hattâ iftira edebilir. Onun hakikî olan ahlâki vasfını
bilmek için böyle bir tek hareketi değil, hayatının bütünü hakkında bir fikir
edinmelidir. Başkaları hakkında ahlâki bir yargı öne sürmek için onların
hareketlerini ne yalnız genel olarak geçerlikteki normlara göre, ne de
kendimize ait ola ideal bir tasavvura göre ölçebiliriz; aksine şu şekilde
edindiğimiz ideal bir tasavvura göre ölçmeliyiz: Başkalarına ait kişiliğin
tekliğini derinden derine anlamak, bu sayede kazanılan temel intentionları
kişinin bize konkre bir şekilde verilen “ideal değer-örneği” ile
birleştirmeliyiz; İşte biz, başkasının kişiliğinin amprik hareketlerini ancak
bu ideal tasavvura göre ölçebiliriz (Scheler) .
Pek
açık olmayan bu ifadelerden anlayacağımız, kişinin tek bir eylemi kişinin tek
bir eylemi ve somut bir davranışı ile onun ahlâkı üzerine aslâ bir hüküm
veremeyiz; bunun için o kişinin iç değerler düzenini dikkate almak gerekir.
Burada ortaya çıkan sorun o kişinin değerler düzeninin nesnel değerler düzenine
ne ölçüde uyduğudur.
Psikolojik
anlayışta doğru olan yol, eylemden kişiliğe değil, kişilikten eyleme giden
yoldur.
Bu
yol da sevgiden geçer. Çünkü, FROMM’un dediği gibi,
Sevgi
gücü ise, ona kendisini bir başka insandan ayıran duvarı yıkıp açma ve insanı
kavrama olanağını verir.
Ahlâki
anlamı ile sevgi,, “olan”la değil, “olması gereken” ile ilgili olduğundan
özgürlük isteyen bir duygu ve duyumsamadır. Sahip olacağı özgürlük bilinci ile
bu duygu, determinizmin egemen bulunduğu psikolojik duyu ve duyusallıktan
temelli bir biçimde ayrılır; o, tin dünyasına ilişkindir.Aslında, ahlâki
değerlerle birlikte diğer bütün yüksek değerler insanın tinsel yanında varlığa
kavuşur.
Bu değerleri özgürce algılayıp kavrayacak
organ ise “vicdan”dır. Her bilginin yapısal öğesi olan akıl, duygu ile birlikte
iş gördüğünde vicdan adını alır. Dar anlamı ile sadece ahlâk alanında sözü
edilen vicdan, geniş anlamı ile ele alındığında, “hakikat değeri” dolayısıyla
bir entelektüel ya da bilimsel vicdandan, bir estetik ve sanat vicdanından
kolayca söz edilebilir.
Özel
deyimi ile “vicdanın sesi” kavramı, duyguya dayalı değer bilincinin temel
biçimidir; ahlâk alanında içerikten bağımsız olarak alındığında sırf yükümlü
kılıcı, kesin bağlayıcı bir gücü deyimler. Bu seste, duygusal aprori kavramına
uygun düşen ve dinî açıdan Tanrının insana seslenmesi olarak kabul edilen bir
gizem vardır. O, çağırıldığı ya da arandığı zaman değil, kendi düzenine göre,
çağırılmadığı zaman konuşur, aranılmayan yerde ortaya çıkar. Açıkça anlaşılıyor
ki o, insanda irade dışı, kendi kendine işleyen, bağımsız bir güçtür. Vicdan,
yüksek bir gücün etkisi, başka bir dünyanın, değerlerin ideal dünyasının bir
sesidir.
Vicdan
konusunda, önceki ve sonraki olmak üzere özenle bir ayrım yapılır. Önceki
vicdanla kastedilen, eylem kararından evvelki etkisidir; sonraki vicdan ise,
vicdanın karardan ve eylemden sonraki etkisi ve etkinliğidir. Birincisi
uyarmakta ve anımsatmakta; ikincisi ise onaylama ya da onaylamama biçiminde
ortaya çıkar. Sonraki vicdanın etkinlik biçimi olarak onama ve onaylamada “iyi
vicdan”dan, onamamada ise “kötü ya da cezalandırıcı vicdan”dan söz edilir; bir
başka anlatımla bunlara “vicdan huzuru” ya da “vicdan azabı” da denilir.
“Vicdan”ın
bizi önceki uyarıcı gücü ile bağlamasında değer bilgisinin, gerçekleştirmek
istediğimiz değerin bilinmesinin gerekli olduğu açıktır. Bu bilgi, vicdanımızın
bize yönelen sesinin içeriğini oluşturur.
Şimdi,
vicdanın bu içeriği bir yanılgıdan oluşabilir; vicdan yanılmış olabilir; bu
olasılık her zaman vardır. Vicdanın eylemi, ilk planda vicdanen algılama ve
kavrama eylemidir. Bununla kişi, kararının doğruluğuna ilişkin bir kesinlik
sağlamaya çalışır. Nedir ki, bununla birlikte kişi, vicdanının kendisinden
beklediği davranışın nesnel değere ve değerler düzenine uygun düştüğüne aslâ
güvenemez, güvenmemelidir. Nitekim, teorik alanda da aklımızın verdiği her
yargı ve karar ile tam hakikati bulmuş olduğumuza ve bulacağımıza güvenemeyiz.
Mantık
açısından doğru kararlar vermiş olsak bile, bunun kesinlikle bir hakikati
temsil ettiğini iddia edemeyiz. Bunun içindir ki, gerek teorik ve gerekse
pratik (vicdanla ilgili) alanda hem salt kesinlik hem salt şüphe yasaklanmıştır
bize.
Çok
kez en korkunç cinayetlerin bile görülmemiş bir kolaylık, rahatlık ve iç
dinginliği ile işlenmesinin nedeni, yanlış olmakla birlikte, vicdanî bir
karara, onun bir buyruğuna dayanmasıdır.
İspanyollar,
işte bu koşullar altıda Aztek Uygarlığını yıktılar, halkını köleleştirdiler,
altın ve benzeri değerli ne varsa gasp etiler. Bu gibi olaylar o zamanlar
herkesçe normal karşılanıyordu. Özellikle İspanyollar, hristiyan olmayanların,
hristiyanların haklarından yararlanamayacaklarına inandıklarından vicdanen son
derece rahattılar.
Ancak,
vicdanın yanılması durumunda dahi kişinin ahlâka aykırı davrandığını söylemek
olanaklı değildir; çünkü ahlâki düzen insanı vicdanının sesine uymaya zorlar;
davranışı nesnel değere uygun düşmese bile zihniyetin ahlâki değeri tamdır.
Bunun tersi olarak, sonuç iyi de olsa kötü bir iradeye ahlâken olumlu bir değer
yüklenemez.
Buna
göre, “vicdanının sesine uy!” biçimindeki ahlâki buyruk ile bireysel iradenin
üzerinde geçerliğini her zaman koruyan nesnel değerler düzeninin “gerçek
değerlerin senden istediğini yap!” biçimindeki buyruğu arasında bir çatışkının
bulunduğu anlaşılmaktadır. Ne var ki, bu çatışkı (antinomi), kaçınılmaz bir
olgudur; çünkü hakikate her zaman ancak kişisel bir kavrama ile erişebiliriz.
Bu yüzden bu çatışkı varlığımızın trajik bir gerilimini oluşturur.
Nesnel
değerlere uygunluk birey açısından özgürlüğün yitirilmesi gibi algılanabilir;
çünkü, değerler tek tek bireyle ilgili olmayıp onlara özgü bir nitelik de
değildir; onların birey üstü bir geçerliği vardır., fakat bu, onların insanın
dışında olduğu anlamına gelmez. Onlar varlıklarını insanın tinsel yanına
borçludurlar; nitekim insan olmasaydı matematiğin varlığı olamazdı. Bu nedenle
değerler her bir bireyde aynıdır (değer yargıları değişse bile).
Asıl,
tam tersine, değerlerden uzaklaştığımızda, onları yaşamımızda reddettiğimizde,
yaşamımızdan çıkardığımızda, özgürlüğümüzü yitirmiş oluruz; doğal yasallığa
tabi olmakla hiçbir anlamı olmayan “keyfiliğin” kucağına düşmüş oluruz. Olaya
daha yakından bakıldığında, değerlere kayıtsız bir tutum alma, onları reddetme
özgürlükten kaçışı deyimler; çünkü onun varlığı aynı zamanda insanı sorumlu
kılar, ona bir sorumluluk yükler. İşte, insan olmanın kaçınılmaz gereği olan bu
sorumluluktur ki, insanı nesnel değere ve onların düzenine bilinçlenme, bilgi
edinme zorunluluğunu getirir. Çünkü yanılan vicdanın insana, insanlığa verdiği
ve vereceği zarar çok büyüktür.
Çoktur
bütün bir kente tek bir kötünün felâket getirdiği, yanılıp kötü işler işlemesi
yüzünden (Hesiodos) İnsan olma görevimiz sürekli olarak ortaya sorunlar
koymamızı gerektiriyor.
Bunun
için de birey, eyleme geçmeden önce sorumluluğunun bilincinde olarak, durumun,
içinde yaşadığı çağın bilgi ve zihniyetini öğrenmek, çevresinin kendisine
tartışmasız kabul ettirmek istediği düşünce ve anlayışına kapılmamak
durumundadır.
Artık
bir Untermensch (yaratık) olmayı bırakmanı ve kendin olmanı istiyorum. Okuduğun
gazeteleri ya da kötü yürekli komşudan aldığın geçersiz görüşlere değil de
kendine uymanı istiyorum. Kendine uymak, kolayca kabul edileceği üzere, önce
kendini bilmeyi gerektirir. Yukarda açıklandığı üzere, bizi insan yapan, ahlâki
bir kişilik kazandıran özellikle ahlâki değerlerdir. Onlar bizi yetkin, tam bir
insan kimliğine kavuşturur. Ancak unutulmamalıdır ki, değerler, özellikle
ahlâki değerler teorik bir çaba ile öğrenilemez. Bu çaba sonunda elde edilen
bilgiler ne zorunlu ne de yeterlidir.
Çünkü,
değerlerin kavranması olayı, teorik bir kavrama değildir. Değerlerin kavranması
demek, onların içten benimsenmesi demektir. Yaşamda vital, ekonomik, hedonist,
estetik, politik, dînî, etik insan gibi insan tiplerinin bulunuşu bunu açıkça
gösterir. Bunlarda yalnızca bir ya da birkaç değer doğrultusu kabul edilip
(benimsenip) diğerleri görmezden gelinir ya da anlamları değiştirilerek
kabullenilir. İnsan iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırmayı bir kursa devam
ederek öğrenemez. Ahlâk, sanat ve din gramer, matematik ve tarih gibi
öğrenilemez.
Bu
konuda yapılacak olan, kendisinde yüksek değerlerin gerçekleşmiş olduğu
kimseleri örnek almak ve göstermektir.
Vecdi Aral
Kaynakça : İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası C. LXXII, S. 1, s. 23-30
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder