T.C. YARGITAY Ceza Genel Kurulu 2018/270 E. - 2020/498 K. Tarih: 03.12.2020

Bir matematikçi Öklid’in teoremlerini nasıl kabul ediyor ise, bir hukukçu da yukarıda açıklamaya çalıştığımız yorum ilkelerini o şekilde kabul etmelidir. Öklid’in 'bir üçgende büyük açı karşısındaki kenar, diğer kenarlardan büyüktür' şeklindeki teoremi nasıl apaçık doğru ise, nasıl bu teorem 2300 yıldır bütün matematikçiler tarafından doğru olarak kabul ediliyor ve uygulanıyor ise, hukukta 'istisnalar dar yorumlanır' ilkesi de o derece apaçık doğru bir ilkedir ve bütün hukukçular tarafından doğru olarak kabul edilip uygulanmalıdır. T.C. YARGITAY Ceza Genel Kurulu 2018/270 E. - 2020/498 K. Tarih: 03.12.2020

2 Haziran 2021 Çarşamba

Ahlak Normu

Bu onuru sağlayacak olan da, özellikle ahlâki değerlerdir; çünkü onlar her insana ve onun her davranışına egemen olmakla tek olan tin’e bağlantının kesin güvencesini oluşturur; her bir bireyi, geçmiş ve geleceği ile birlikte bütün bir insanlığın sorumlu bir temsilcisi durumuna getirir.

Ahlâk alanında bireyin bütüne olan bağlılığı, aydınlanmanın insana bakış açısının ve ahlâk anlayışının temsilcisi olan KANT’ın kategorik emperatif’inde en açık deyimini bulur:

Kişi olarak, gerek kendinde ve gerekse diğer her bir insanda ortaya çıkan insanlıktan, aslâ sırf bir araç olarak değil, aynı zamanda daima bir amaç olarak yararlanacak biçimde davran! Handle so, dass du die Menschheit, sowohl in deiner Person als in der Person eines jeden anderen, jederzeit zugleich als Zweck, niemals bloss als Mittel brauchst.

Bunun içindir ki, ahlâkın buyrukları hiçbir koşula bağlı değildir; onlar kesin bir istemi dile getirir. Bu özellikleri ile ahlâki değerler, onlardan çıkan buyruklar (normlar) bireyin yetkinleşmesini dolayısıyla mutluluğunu hedef alırlar. Bunun için de bireyin iç eylemlerine, düşünce ve zihniyetine yönelirler. Dışarıdan nasıl görünürse görünsün, bir eylemin ahlâki değerini ancak, eylem sahibinin niyet ve zihniyeti belirler.

Bu, bireyin kendi davranış kuralını kendisinin koymasını zorunlu kılar; çünkü, davranışı belirlen zihniyetin ahlâka uygun olup olmadığını seçilen hedef ve ona ulaşma biçimi belli eder. Bunun içindir ki, ciddiyetle istenmiş olmak koşulu ile, dışa yansımayan düşünceler bile ahlâki değerlendirmeye tabidir. Nitekim, Şemsettin SAMİ ; Bir kötülüğü beğenen onu işleyenden daha kötüdür.

Görülüyor ki, ahlâk alanında önce düşünce ve zihniyet gelir, önemli olan odur; yinelensin: Hedef birey olarak insanın yetkinliğidir. Nedir ki, yerine getirilmemiş iyi niyetin; iyi bir davranışa yönelmiş fakat gerçekleştirilmemiş irade ve istemin insanı ahlâk karşısında sorumluluktan kurtaracağı söylenemez; davranışla niyet ve amacın bir uyum içerisinde bulunması gerekir. Bu nedenle zihniyet ahlâkının davranış ahlâkı ile tamamlanması gerekir.

Diğer yandan, ahlâk alanında önemli bir nokta da seçilen hedef ile ona ulaştıran yol arasında da, ahlâki değer yönünden, uyum bulunmasının zorunluluğudur. Belli bir ereğe varmak için her türlü aracın, aşağılık ve alçaklıkların, çirkin yöntemlerin bile geçerli olduğunu sanıyorsun. Yanılıyorsun: Amaç, ona varmak için yürüdüğün yoldadır. Bu gün attığın her adım, senin yarınki yaşamındır. Hiçbir büyük ereğe, kötü ve aşağılık yöntemlerle varılmaz.

Ahlâkta bireyin kendi kuralını kendisinin koyması yolundaki otonomi, sorumluluk, açısından da bireyi öne çıkarır. Buna göre, eylemini kendi kararı ile belirleyen eyleminin tek sorumlusu olacaktır.

Her nefis, ancak kendi hesabını kazanır, her nefis ancak kendi günahını yüklenir (S.D. A, 164).

Bir kimsenin ister olumlu (değere uygun), isterse olumsuz (değere aykırı) olsun ahlâk alanındaki tutumundan başkası için hiçbir hak ve yükümlülük doğmaz; meğer ki, hukuk bir yaptırım ile bu davranışı düzenlemiş bulunsun. Sorumluluğun yalnızca ahlâki eylemde bulunana ilişkin olacağının bilinmesi ile o kişi için dışarıdan hiç kimsenin karar veremeyeceği de anlaşılmaktadır. Başkalarının davranışlarına ilişkin ahlâki değer yargısı vermeye kalkışmak, bizzat o kişinin ahlâki sorumluluğu altındadır.

Bir kimsenin bir davranışının ahlâken değerlendirilmesini, dolayısıyla da o kimsenin sorumluluğunu belirleyen tek ölçü, eylem sahibinin içten, olumlu ya da olumsuz bir değere yönelmiş olmasıdır. Bunun anlamı özgürlüktür; kişinin, eyleminde özgürce bir karara varmış bulunmasıdır. Değerler, bir “olması gereken”i  deyimlemekle, değere yönelen kişinin eyleminde ya da davranışında özgürce verilmiş bir karara dayanmasını gerektirir.

Oysa, insanın eylemsel bir karara varırken her zaman özgür davrandığı söylenemez.; özgürlük insanda ancak bir gizil güç olarak mevcuttur, o da bir “olması gereken”i gösterir ve bu yüzden o da insana bir yükümlülük olarak yönelir. Davranışlarımızda doğamızdan gelen itki, dürtü gibi etkenlerden tümüyle kurtulmak olanaksızdır. Aşağıdaki alıntılar insanın yaşamımızın bu olgusuna açıkça işaret eder:

Sarih, samimî ve dürüst bir muamelenin doğruluk eseri mi, yoksa kurnazlık mahsulü mü olduğu hakkında hüküm vermek güçtür.

Üstelik insan davranışlarında, iyi ve kötü bir arada olmak üzere birden çok motif etkili olabilmektedir. En güzel hareketlerimiz bile, eğer onları meydana getiren bütün sebepler herkesçe bilinmiş olsaydı, bize çok kez utanç verirdi. Bu nedenle bir kimsenin davranışındaki, sorumluluğunu üstlendiği ifadesine değil de, arkasındaki itki ve dürtüleri (motifleri, Saikleri) aramaya kalkışmak ahlâka aykırı kabul edilmelidir. Hiç kimse başkalarının niyetlerini kestirmeye kalkışan bir insan kadar aşağılık olamaz.

Bu arada unutulmamalıdır ki,

Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır. Zira herkes gizlice hiyanet ettiği bir ahlâka hürmetini, başkalarını itham ile ispat etmek ister.

Bir insanın içinde kalan gerçek “ben”ini anlamak için bireyin değeri konusunda onun tek tek davranışları değil, FROMM’un “özyapı” dediği kişiliği28, kendi ideal değer ve değerlendirmeleri dikkate alınmalıdır.

Bir adamın gördüğümüze emin olduğumuz herhangi bir hareketi üzerine hüküm vermek yanlış ve haksız olabilir. Zira bir insanın kendi hareketleri bile bazen kendi aleyhine şahadet değil, hattâ iftira edebilir. Onun hakikî olan ahlâki vasfını bilmek için böyle bir tek hareketi değil, hayatının bütünü hakkında bir fikir edinmelidir. Başkaları hakkında ahlâki bir yargı öne sürmek için onların hareketlerini ne yalnız genel olarak geçerlikteki normlara göre, ne de kendimize ait ola ideal bir tasavvura göre ölçebiliriz; aksine şu şekilde edindiğimiz ideal bir tasavvura göre ölçmeliyiz: Başkalarına ait kişiliğin tekliğini derinden derine anlamak, bu sayede kazanılan temel intentionları kişinin bize konkre bir şekilde verilen “ideal değer-örneği” ile birleştirmeliyiz; İşte biz, başkasının kişiliğinin amprik hareketlerini ancak bu ideal tasavvura göre ölçebiliriz (Scheler) .

Pek açık olmayan bu ifadelerden anlayacağımız, kişinin tek bir eylemi kişinin tek bir eylemi ve somut bir davranışı ile onun ahlâkı üzerine aslâ bir hüküm veremeyiz; bunun için o kişinin iç değerler düzenini dikkate almak gerekir. Burada ortaya çıkan sorun o kişinin değerler düzeninin nesnel değerler düzenine ne ölçüde uyduğudur.

Psikolojik anlayışta doğru olan yol, eylemden kişiliğe değil, kişilikten eyleme giden yoldur.

Bu yol da sevgiden geçer. Çünkü, FROMM’un dediği gibi,

Sevgi gücü ise, ona kendisini bir başka insandan ayıran duvarı yıkıp açma ve insanı kavrama olanağını verir.

Ahlâki anlamı ile sevgi,, “olan”la değil, “olması gereken” ile ilgili olduğundan özgürlük isteyen bir duygu ve duyumsamadır. Sahip olacağı özgürlük bilinci ile bu duygu, determinizmin egemen bulunduğu psikolojik duyu ve duyusallıktan temelli bir biçimde ayrılır; o, tin dünyasına ilişkindir.Aslında, ahlâki değerlerle birlikte diğer bütün yüksek değerler insanın tinsel yanında varlığa kavuşur.

 Bu değerleri özgürce algılayıp kavrayacak organ ise “vicdan”dır. Her bilginin yapısal öğesi olan akıl, duygu ile birlikte iş gördüğünde vicdan adını alır. Dar anlamı ile sadece ahlâk alanında sözü edilen vicdan, geniş anlamı ile ele alındığında, “hakikat değeri” dolayısıyla bir entelektüel ya da bilimsel vicdandan, bir estetik ve sanat vicdanından kolayca söz edilebilir.

Özel deyimi ile “vicdanın sesi” kavramı, duyguya dayalı değer bilincinin temel biçimidir; ahlâk alanında içerikten bağımsız olarak alındığında sırf yükümlü kılıcı, kesin bağlayıcı bir gücü deyimler. Bu seste, duygusal aprori kavramına uygun düşen ve dinî açıdan Tanrının insana seslenmesi olarak kabul edilen bir gizem vardır. O, çağırıldığı ya da arandığı zaman değil, kendi düzenine göre, çağırılmadığı zaman konuşur, aranılmayan yerde ortaya çıkar. Açıkça anlaşılıyor ki o, insanda irade dışı, kendi kendine işleyen, bağımsız bir güçtür. Vicdan, yüksek bir gücün etkisi, başka bir dünyanın, değerlerin ideal dünyasının bir sesidir.

Vicdan konusunda, önceki ve sonraki olmak üzere özenle bir ayrım yapılır. Önceki vicdanla kastedilen, eylem kararından evvelki etkisidir; sonraki vicdan ise, vicdanın karardan ve eylemden sonraki etkisi ve etkinliğidir. Birincisi uyarmakta ve anımsatmakta; ikincisi ise onaylama ya da onaylamama biçiminde ortaya çıkar. Sonraki vicdanın etkinlik biçimi olarak onama ve onaylamada “iyi vicdan”dan, onamamada ise “kötü ya da cezalandırıcı vicdan”dan söz edilir; bir başka anlatımla bunlara “vicdan huzuru” ya da “vicdan azabı” da denilir.

“Vicdan”ın bizi önceki uyarıcı gücü ile bağlamasında değer bilgisinin, gerçekleştirmek istediğimiz değerin bilinmesinin gerekli olduğu açıktır. Bu bilgi, vicdanımızın bize yönelen sesinin içeriğini oluşturur.

Şimdi, vicdanın bu içeriği bir yanılgıdan oluşabilir; vicdan yanılmış olabilir; bu olasılık her zaman vardır. Vicdanın eylemi, ilk planda vicdanen algılama ve kavrama eylemidir. Bununla kişi, kararının doğruluğuna ilişkin bir kesinlik sağlamaya çalışır. Nedir ki, bununla birlikte kişi, vicdanının kendisinden beklediği davranışın nesnel değere ve değerler düzenine uygun düştüğüne aslâ güvenemez, güvenmemelidir. Nitekim, teorik alanda da aklımızın verdiği her yargı ve karar ile tam hakikati bulmuş olduğumuza ve bulacağımıza güvenemeyiz.

Mantık açısından doğru kararlar vermiş olsak bile, bunun kesinlikle bir hakikati temsil ettiğini iddia edemeyiz. Bunun içindir ki, gerek teorik ve gerekse pratik (vicdanla ilgili) alanda hem salt kesinlik hem salt şüphe yasaklanmıştır bize.

Çok kez en korkunç cinayetlerin bile görülmemiş bir kolaylık, rahatlık ve iç dinginliği ile işlenmesinin nedeni, yanlış olmakla birlikte, vicdanî bir karara, onun bir buyruğuna dayanmasıdır.

İspanyollar, işte bu koşullar altıda Aztek Uygarlığını yıktılar, halkını köleleştirdiler, altın ve benzeri değerli ne varsa gasp etiler. Bu gibi olaylar o zamanlar herkesçe normal karşılanıyordu. Özellikle İspanyollar, hristiyan olmayanların, hristiyanların haklarından yararlanamayacaklarına inandıklarından vicdanen son derece rahattılar.

Ancak, vicdanın yanılması durumunda dahi kişinin ahlâka aykırı davrandığını söylemek olanaklı değildir; çünkü ahlâki düzen insanı vicdanının sesine uymaya zorlar; davranışı nesnel değere uygun düşmese bile zihniyetin ahlâki değeri tamdır. Bunun tersi olarak, sonuç iyi de olsa kötü bir iradeye ahlâken olumlu bir değer yüklenemez.

Buna göre, “vicdanının sesine uy!” biçimindeki ahlâki buyruk ile bireysel iradenin üzerinde geçerliğini her zaman koruyan nesnel değerler düzeninin “gerçek değerlerin senden istediğini yap!” biçimindeki buyruğu arasında bir çatışkının bulunduğu anlaşılmaktadır. Ne var ki, bu çatışkı (antinomi), kaçınılmaz bir olgudur; çünkü hakikate her zaman ancak kişisel bir kavrama ile erişebiliriz. Bu yüzden bu çatışkı varlığımızın trajik bir gerilimini oluşturur.

Nesnel değerlere uygunluk birey açısından özgürlüğün yitirilmesi gibi algılanabilir; çünkü, değerler tek tek bireyle ilgili olmayıp onlara özgü bir nitelik de değildir; onların birey üstü bir geçerliği vardır., fakat bu, onların insanın dışında olduğu anlamına gelmez. Onlar varlıklarını insanın tinsel yanına borçludurlar; nitekim insan olmasaydı matematiğin varlığı olamazdı. Bu nedenle değerler her bir bireyde aynıdır (değer yargıları değişse bile).

Asıl, tam tersine, değerlerden uzaklaştığımızda, onları yaşamımızda reddettiğimizde, yaşamımızdan çıkardığımızda, özgürlüğümüzü yitirmiş oluruz; doğal yasallığa tabi olmakla hiçbir anlamı olmayan “keyfiliğin” kucağına düşmüş oluruz. Olaya daha yakından bakıldığında, değerlere kayıtsız bir tutum alma, onları reddetme özgürlükten kaçışı deyimler; çünkü onun varlığı aynı zamanda insanı sorumlu kılar, ona bir sorumluluk yükler. İşte, insan olmanın kaçınılmaz gereği olan bu sorumluluktur ki, insanı nesnel değere ve onların düzenine bilinçlenme, bilgi edinme zorunluluğunu getirir. Çünkü yanılan vicdanın insana, insanlığa verdiği ve vereceği zarar çok büyüktür.

Çoktur bütün bir kente tek bir kötünün felâket getirdiği, yanılıp kötü işler işlemesi yüzünden (Hesiodos) İnsan olma görevimiz sürekli olarak ortaya sorunlar koymamızı gerektiriyor.

Bunun için de birey, eyleme geçmeden önce sorumluluğunun bilincinde olarak, durumun, içinde yaşadığı çağın bilgi ve zihniyetini öğrenmek, çevresinin kendisine tartışmasız kabul ettirmek istediği düşünce ve anlayışına kapılmamak durumundadır.

Artık bir Untermensch (yaratık) olmayı bırakmanı ve kendin olmanı istiyorum. Okuduğun gazeteleri ya da kötü yürekli komşudan aldığın geçersiz görüşlere değil de kendine uymanı istiyorum. Kendine uymak, kolayca kabul edileceği üzere, önce kendini bilmeyi gerektirir. Yukarda açıklandığı üzere, bizi insan yapan, ahlâki bir kişilik kazandıran özellikle ahlâki değerlerdir. Onlar bizi yetkin, tam bir insan kimliğine kavuşturur. Ancak unutulmamalıdır ki, değerler, özellikle ahlâki değerler teorik bir çaba ile öğrenilemez. Bu çaba sonunda elde edilen bilgiler ne zorunlu ne de yeterlidir.

Çünkü, değerlerin kavranması olayı, teorik bir kavrama değildir. Değerlerin kavranması demek, onların içten benimsenmesi demektir. Yaşamda vital, ekonomik, hedonist, estetik, politik, dînî, etik insan gibi insan tiplerinin bulunuşu bunu açıkça gösterir. Bunlarda yalnızca bir ya da birkaç değer doğrultusu kabul edilip (benimsenip) diğerleri görmezden gelinir ya da anlamları değiştirilerek kabullenilir. İnsan iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırmayı bir kursa devam ederek öğrenemez. Ahlâk, sanat ve din gramer, matematik ve tarih gibi öğrenilemez.

Bu konuda yapılacak olan, kendisinde yüksek değerlerin gerçekleşmiş olduğu kimseleri örnek almak ve göstermektir.

Vecdi Aral

Kaynakça : İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası  C. LXXII, S. 1, s. 23-30

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bilimsel Araştırmada Etik Problemler

Geçmişten günümüze insanlık tarihi boyunca bilimsel araştırmalar insanlığın çizgisine yön vermiştir. Yapılan araştırmalar kimi zaman insanlı...