Kültür üzerine yapılan hukuk çalışmaları, bir bütün olarak hukuk çalışmaları ile kıyaslandığında, göreceli olarak gecikmeli ve yetersiz kabul edilmektedir. Yine de, hukuk ve kültür ilişkisini vurgulayan çalışmalar, incelenmeye değer bir literatür oluşturmuş durumdadır. Hukuk ve kültür ilişkisi üzerinden geliştirilen en önemli hukuk yaklaşımlarından biri, 19. yüzyılın ilk yarısında Almanya’da ortaya çıkan Tarihçi Hukuk Okulu’nun hukuk anlayışıdır. Tarihçi Hukuk Okulu’nun kurucusu olan Friedrich Karl von Savigny, modern kanunların en önemlilerinden olan 1804 tarihli Fransız Medeni Kanunu’na dayalı olarak Almanya’da yapılacak kanunlaştırmaya karşı koyarak toplumsal kuralların değişimine yol açan doğal süreçlerin yok sayılıp hukukun kavramsal bir yapı içine oturtulmaya çalışılmasını körlük olarak nitelendirmiştir. Savigny’e göre, ulusal kültür, hukukun kökenini teşkil etmektedir. Her ulusun ruhunu yansıtan kendine özgü bir dili olduğu gibi, kendine özgü bir hukuku da vardır. Bu nedenle hukuk, kanunlarla belirlenemez; ulusal ruha dayalı olarak kendiliğinden gelişen kültürün bir yansıması olmak zorundadır.
Savigny’e
göre, toplumsal bir fenomen olan hukuk, içinde yer aldığı toplumun tarihi göz
önünde bulundurulmaksızın anlaşılamaz. Bir ulusun hukukunun yazılı hale getirilmesi,
durmaksızın devam etmekte olan bir sürecin, kültürel gelişmenin, dondurulmuş
bir ifadesinden başka bir şey değildir. Hukuk, dil ile birlikte “halk ruhu” nun
(volksgeist) en önemli ifadelerinden birini oluşturur. Halk ruhu, bir halkın
bütün tarihinin ve çağlar boyunca o halkı oluşturan toplumsal grupların
deneyimlerinin oluşturduğu bir bütündür. Hukuki gelişme, yazısız gelenekler ile
başlayarak geleneklerin yazılı hale getirilip kurallar halini almasıyla devam
eder. Gelenek hukuku, yazılı hale gelmesiyle gelenek karakterini kaybeder,
kurallar gibi yorumlanmaya başlar. Hukukun yazılı hale gelmesi politik
otoritenin güçlenmesinin ve insanlar arası ilişkilerin otorite tarafından
belirlenmeye başlamasının bir sonucudur. Savigny’e göre bu durum modern kanunlaştırmaların
ve modern hukuk biliminin ortaya çıkmasına neden olur. Hukukun kendiliğinden
oluşumuna ilişkin süreç etkili şekilde işlememeye başlayınca, kanunları
hazırlayan kurumların ortaya çıkışı zorunlu hale gelmiştir. Kanunlaştırma
hukukun evrim süreci içinde ortaya çıkan şüphe ve belirsizlikleri ortadan
kaldırmak açısından önemli olduğu gibi, yerleşik gelenek hukukunu belirlemek
açısından da önemlidir. Ancak bu kati, nihai ve kapsamlı ilkeler koyarak
hukukun evrimci doğasını reddetmek anlamına gelmemelidir.
Savigny,
ortaya koyduğu hukuk yaklaşımı ile Aydınlanma karşısında Romantizmin
savunuculuğunu yapmakta, insan hayatında aklın ürünü olmayan ve kendiliğinden
gelişen davranış şekillerinin toplamı olarak kültürün insan hayatındaki önemini
vurgulamaktadır. Savigny’nin kullandığı ifadelerden de anlaşılabileceği gibi
tarihsel hukuk yaklaşımı hukuku toplumsal yaşamın ve kültürün içine
yerleştirmekle birlikte, burada kültürden kasıt yerel yaşayış biçimlerinin
birleştirilmesi ve farklılıkların asimile edilmesi ile oluşan tekil ve homojen
bir ulusal kültürdür. Ulus devletin ortaya çıktığı dönemde geliştirilen bu
hukuk anlayışı, tek hukuklu merkezi iktidar ihtiyacı ile örtüşür şekilde
kültürü hukuku belirleyen bir birlik olarak ele almaktadır. Günümüzdeki kullanımlarından
farklı olarak Savigny kültürü, saf, tutarlı ve açıkça sınırlanabilir bir varlık
olarak ele almıştır. Savigny’nin hukukun temeli olarak gördüğü kültür bir anlam
sistemi değil toplumda var olan uygulamalar toplamıdır.
Savigny’nin
1814 yılında yayınladığı ve hukuk görüşünü ortaya koyduğu ünlü broşür Alman
kanunlaştırma sürecinin bir yüzyıl gecikmesine neden olmakla birlikte, modern
kanunlaştırma hareketinin önüne tamamen geçememiştir. Modern toplumun kazandığı
karmaşık yapı hukuku daha karmaşık bir bütün haline getirmiş; hukuk ile toplum
ve kültür arsındaki ilişki gözle görünür olmaktan çıkarak, hukukun mantıksal
olarak düzenlenmiş, kavramsal ve geniş bir kuram olduğu şeklindeki modern
yaklaşım giderek daha çok taraftar kazanmıştır. Bu süreçte halk ruhu gibi
ampirik olarak incelenmesi mümkün olmayan, iki dünya savaşının ardından üzerine
kolaylıkla yüklenebilecek milliyetçi ve ırkçı anlamlarla korku salan mistik bir
kavrama dayalı kültür tanımları bir tarafa bırakılarak hukuk sadece normlar ile
açıklanmaya çalışılmıştır. Bu süreçte hukuk kültür ilişkisine dair arayışlar
daha çok hukuk antropolojisi çalışmalarına kaymış, özellikle kültürel
antropolojinin kurucusu Malinowski ilkel olarak nitelendirilen toplumlarda
hukuk kurallarının biçimlerine değil işlevlerine göre tanımlanması gerektiğini
belirterek sosyolojik gerçekliğin yani hukuk kurallarının uygulanmasını
sağlayan kültürel mekanizmaların öne çıkarılması gerektiğini savunmuştur.
Malinowski’ye göre ilkel toplumlarda hukuku oluşturan güçler son derece dağınık
ve karmaşık yapıdadır. Antropolojik olarak doyurucu sonuçlara varılabilmesi
için hukuka uymayı zorunlu kılan karmaşık ruhbilimsel ve toplumsal nedenler
araştırılmalıdır. Bu ise ancak hukukun geniş bir kapsamda ele alınmasıyla
mümkündür.
Malinowski’nin
hukuk antropolojisi çalışmaları, hukukun ne olduğundan çok ne işe yaradığı
üzerinde duran Amerikan realist kuramcılarının, özellikle Karl Llewellyn
dikkatini çekmiştir. Columbia Üniversitesi’nde Franz Boas ile birlikte çalışan
ve 1941 yılında dönemin bir diğer önde gelen antropoloğu olan Adamson Hoebel
ile The Cheyenne Way: Conflict and Case Law in Primitive Jurisprudence adlı
yapıta imza atan Llewellyn şüphesiz kültür kavramına ve kavrama dair
tartışmalara uzak değildir. Yaşadığı dönemde kültür kavramının; antropolojinin
tekelinde görülmesi ve devletsiz ya da Batılı olmayan toplumlara ilişkin olarak
kullanılıyor oluşu, Llewellyn’in kültür kavramını ender olarak kullanmasına
neden olduysa da, Llewellyn hukuk yaklaşımını kültürün kavramının üzerine inşa
etmiştir. Llewellyn’e göre hukuk, mahkemeler tarafından yaratılıp uygulanan
ayrı bir kültürel sistemden oluşmaktadır.
Llewellyn’in
yaklaşımının iki dayanak noktası bulunur. Bunlardan ilki hukukun içeriğini
düzenleyen kategorilerin, hukuktaki düşünce biçimleri ve argümanlara karşılık
geliyor oluşudur. Bu sava göre, hukukçular hukukun içeriği ile ve hukuktaki
düşünce biçimleri ve argümanları içselleştirerek hukuk uygulamasını
şekillendirirler. Dolayısıyla aynı hukuk sistemi içinde yer alan hukukçular benzer
şekilde hareket ederek benzer uygulamalar ortaya çıkarır. Llewellyn’in hukuk
kültür ilişkisi üzerinden şekillenen hukuk yaklaşımının ikinci dayanağı ise,
hukukçuların yani hakim ve avukatların sahip olduğu profesyonel kültürdür.
Llewellyn’e göre hukukçuların, diğer zanaatçılar gibi mesleklerine özgü
davranış kurallarına uymaları gerekmektedir. Mahkemelerin verdiği kararlar ve
gerekçeler, hukuk mesleğinin davranış kurallarını inşa ederek hukuk
uygulamasındaki davranışı nesnel hale getirir. Hakimler, avukatlar,
akademisyenler ve hukuk öğrencileri mahkeme kararlarını okuyarak ve
yorumlayarak profesyonel hukuk kültürünün standartları olumlar ve bu kültürün
bir parçası haline gelirler. Dolayısıyla mahkemelerin yaratıp uyguladıkları
hukuk bir çeşit kültür sistemidir. Llewelly’in kültür ve hukuk arasında kurduğu
ilişkinin dönemin kültür tartışmalarından bağımsız olmadığı söylenebilir. Kendi
ifadelerinden de anlaşılabileceği gibi Llewelly kültürü, düşünce, beceri, inanç
ve alışkanlıklardan oluşan bir bütün olarak değerlendirir. Özgün bir değer
sistemine sahip ayrı bir kültürel bütün olarak hukukçuların sahip olduğu
profesyonel kültürü ise belli bir alt kültür sistemi olarak tanımlar.
Hukuk
kültür ilişkisi, Savigny, Malinowski ve Llewellyn gibi önemli isimler tarafından
belirli aralıklarla gündeme getirildiyse de son yıllara kadar hukuk
tartışmalarına fazla yön verebildiği söylenemez. Hukuk kültür arasında bir
türlü tam olarak kurulamayan ancak hatırlardan da uzak tutulmayan bağlantının
güçlenmesi, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren mümkün olmuştur.
Postmodernizm ve Kültürel Çalışmalar akımlarının hız kazandırdığı kültür
tartışmalarına hukuk alanı da duyarsız kalamamış, sosyal bilimlerdeki pek çok
çalışma alanı gibi hukukta da, özellikle hukuk sosyolojisi ve hukuk
antropolojisi alanlarında, kültür kavramı yeniden kullanmaya başlanarak kültür
ve hukuk ilişkisine dair yeni bakış açıları geliştirilmeye başlamıştır.
Kültürün
toplumsal ilişkilerin tamamını kapsayacak şekilde ele alınmaya başlanması,
özellikle de geçirdiği kavramsal dönüşüm sonucu anlam ve simgeye dayalı göreli
bakış açılarına imkan tanır hale gelmesi kültüre dayalı farklı ve yeni hukuk
yaklaşımlarının hızla çoğalıp çeşitlenmesini sağlamıştır. Başlangıç olarak,
karşılaştırmalı hukuk çalışmaları kültürü hukukla yeniden yan yana getirerek
“hukuk kültürü” kavramına eğilmiş, küreselleşen dünya düzeninde hukukun ne
derece uyumlu bir teknik vasıta olduğunu ve farklı kültürlerin hukuk
uygulamasını ne ölçüde belirlediğini anlamaya çalışmıştır. Hukuk kültürü çalışmalarının
öncüsü Lawrence M. Friedman’a göre hukuk kültürü, toplumdaki insanların hukuk
ve hukuk sistemine ilişkin olarak sahip oldukları düşünce, değer, tavır ve
kanılardır. Friedman farklı kültürlerin bir arada var olduğu toplumlarda farklı
alt hukuk kültürlerinin var olduğunu, bunun da hukuki çoğulculuğu beraberinde
getirdiği görüşündedir. Zaman içinde önemli bir ölçeğe ulaşan hukuk kültürü
tartışmaları içinde, tıpkı kültür gibi hukuk kültürü kavramı da daralmaya
başlamış, kavramın daha çok bir anlamlar ve kavramsal ilişkiler toplamı olarak
ele alınarak davranış modellerinin incelenmesinde ve hukuk sistemlerindeki
belirlenmesinde kullanılması gerektiği ileri sürülmüştür.
Hukuk
ve kültüre ilişkin çalışmaların çoğalmasında en büyük pay sahibi olan çok
kültürlülük ve hukuk yaklaşımı ise hukuk kültür ilişkisine bambaşka bir açıdan
bakmış, kültürün farklı grup çıkarlarının bir ifadesi olarak hukuk tarafından
ne kadar tanındığı üzerinde durarak hukuk önünde eşitliğin sağlanabilmesi için
çok kültürlülük tartışmalarının önemine vurgu yapmıştır. Çok kültürlülük ve
hukuk araştırmaları, Kültürel Çalışmalarda olduğu gibi kültürü politik bir
kavram olarak görerek farklı toplumsal grupların hukuktan beklentileri üzerine
yoğunlaşmıştır. Çok kültürlülük, belli bir toplumda farklı kültürlere sahip
grupların bulunabileceği ve bu grupların üyeleri arasında bireysel ve toplumsal
yaşama dair önemli anlayış farkları ve toplumsal ilişki biçimleri olabileceği
saptamasına dayanır. Çok kültürlülük yaklaşımına göre, bütün modern devletler
birden fazla ulusal ve dini gruptan oluşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında bir
devletteki tüm vatandaşlar devletin ortak ulusal kültürünü tanısalar dahi,
genel itibariyle kendi kimliklerini belirleyen dini, etnik vb. alt kültürlere
tabidirler. Dolayısıyla kültür geçmişte olduğu gibi hukukunun toplumsal
zeminini oluşturan bir birlik olmaktan çıkıp bir çokluk olarak görülmeye
başlanmakta, sosyopolitik talepler de ancak çok hukuklulukla giderilebilir
kabul edilmektedir.
Kültür
kavramından norm ve davranışların çıkarılması ile kavramın birlik yerine
çokluğu çağrıştırır şekilde toplumsal anlamlar içeren simgelere ve sembollere
dolayısıyla kimliğe indirgenmesi, hukuk ve kültür ilişkisinde bambaşka tartışma
başlıkları da ortaya çıkarmıştır. Çok kültürlülük ve hukuk tartışmalarının
pozitivist hukuk anlayışına yönelttiği güçlü saldırının da etkisi ile etnik
köken, ulusal köken, dil ve dinin yanında bölge, yaş, cinsel tercih, sınıfsal
durum ve yaşam tarzı gibi farklı politik temsil şekilleri de hukuk ve kültür
ilişkisinde ele alınan başlıklar haline gelmiştir. Özellikle, eleştirel ırk
çalışmaları ve feminist hukuk yaklaşımları, hukukun toplumsal ilişki, kurum
hatta kimlikleri belirlemedeki kurucu işlevi üzerinde durarak kültürün yok
sayıldığı ya da görmezden gelindiği pozitivist bir hukuk anlayışı içinde
hukukun belli bir sınıfa, etnik gruba ya da cinsiyete mensup kişilerin
toplumsal konumlarını belirleme gücünü ortaya koymuştur. Bu açıdan hukukun
kültürel mücadelenin konusu olduğu üzerinde de durularak hukukun farklı kültürel
yorumlarının uygulama açısından önemi tartışılır hale gelmiştir. Hukuk ve
kültür ilişkisi; ırka, cinsiyete, toplumsal sınıflara vb. gibi farklı
kimliklere yönelik baskı biçimlerini üreten değer sisteminin oluşumu açısından
belirleyicidir. Toplumda geçerli olan “akıl, mantık, otorite, objektiflik ve
tarafsızlık” gibi değerlerin orta sınıfa mensup beyaz erkeklere göre
tanımlanması, baskın kültür ve hukuk arasındaki ilişkinin kadınlar ve diğer
toplumsal kimlikler tarafından sorgulanmasına yol açmıştır.
Kültürün
kavramsal dönüşümünde özellikle de kültürel çalışmalardan yola çıkılarak ortaya
konan bir başka hukuk yaklaşımı ise hukuk bilinci anlayışıdır. Hukuk bilinci
anlayışı, toplumsal imajların bir toplamı olarak popüler kültürün hukuk ile
ilişkisini inceleyerek hukukun popüler kültürdeki görünüm biçimlerinin
üzerinden açıklamakta, profesyonel bir uğraş olarak hukuk ile toplumsal olarak
hukuk arasındaki büyük farkı gözler önüne sermektedir. Hukuka ilişkin kültürel
bir inceleme çabası olarak da tarif edilen bu yaklaşıma göre toplumdaki
kişilerin hukuk uygulamasından yola çıkarak hukuka ve hukuki kurumlara
biçtikleri anlam ve değerler hukuk bilincini oluşturur. Dolayısıyla hukuk
bilincinin oluşumu, bireysel bir süreç olmaktan çok, iktidar ilişkilerinin devamını
sağlayan kurucu bir kültürel süreçtir.
Ceren Akçabay
Kaynakça : Prof. Dr. Nur Centel'e Armağan, sf. 1328-1334
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder