T.C. YARGITAY Ceza Genel Kurulu 2018/270 E. - 2020/498 K. Tarih: 03.12.2020

Bir matematikçi Öklid’in teoremlerini nasıl kabul ediyor ise, bir hukukçu da yukarıda açıklamaya çalıştığımız yorum ilkelerini o şekilde kabul etmelidir. Öklid’in 'bir üçgende büyük açı karşısındaki kenar, diğer kenarlardan büyüktür' şeklindeki teoremi nasıl apaçık doğru ise, nasıl bu teorem 2300 yıldır bütün matematikçiler tarafından doğru olarak kabul ediliyor ve uygulanıyor ise, hukukta 'istisnalar dar yorumlanır' ilkesi de o derece apaçık doğru bir ilkedir ve bütün hukukçular tarafından doğru olarak kabul edilip uygulanmalıdır. T.C. YARGITAY Ceza Genel Kurulu 2018/270 E. - 2020/498 K. Tarih: 03.12.2020

4 Haziran 2021 Cuma

Hukuk Bilimi Varken Neden Hukuk Felsefesi?

Kant’ın felsefesindeki evrensel ahlak ve hukuk kavramsallaştırmasının ondan sonraki ele alınışı modern hukukun çehresini belirlemiştir. Kant’ın formel bir evrensellik ilkesine yaptığı vurgu daha sonra özellikle hukuka üstünlük niteliğini atfetmemize neden olan prosedürel yapısının da temellerini oluşturur. Hans Kelsen, Jeremy Bentham, John Austin ve H.L.A. Hart gibi hukuk teorisyenleri, hukukun prosedürel karakterini öne çıkararak pozitivizmin doğa bilimlerindeki egemenliğini pratik alanlara uygulama çabasının da ürünü olan bir hukuk bilimi tanımına ulaşırlar. Bu çaba, hukukun saf, içeriksiz ve otonom bir bilim olarak tanımlama amacına hizmet eden hukuksal pozitivizm aracılığıyla doğal hukukun felsefi akıl yürütme biçimini terk ederek bir bilim olarak hukuku tanımlamayı getirdi. Hans Kelsen, Saf Hukuk Teorisi adlı eserinde, teorisini, “sadece yasayı tanımladığı ve kesin biçimde yasa olmayan her şeyi bu tanımlamanın nesnesi olmaktan çıkarmaya çalıştığı için yasaya ilişkin saf bir teori olarak adlandırdığını ve teorisinin amacının, hukuk bilimini yabancı öğelerden özgür kılmak olduğunu” belirtir. H.L.A. Hart ise, ahlaki biçimde adaletsiz olarak düşünülse dahi usulüne uygun çıkarılmış olan ve anlaşılır olmasının yanında belirli bir düzenin kabul edilmiş geçerlilik ölçütlerine uygun olan yasaları değerlendirmeyi esas almış ve bu yasaların hukuksal veya geçerli olup olmadıklarıyla ilgilenmeyi tercih etmiştir. Hart, herhangi bir yasanın ahlaki anlamda kabul edilemez olmasının o yasanın hukuk niteliğini kazanmasına engel teşkil etmeyeceğine ulaşır. Bu, hukuku ahlaksal, felsefi temellerinden ayıracak ve böylece bilimin olduğu gibi hukuk da kendi konuları üzerinde genel geçer normlara ulaşabilecekti. Hukuksal pozitivizm ile birlikte, hukukun olgularının sadece yasalar olduğunun kabulü ve yasalar dışında başka hiçbir şeyin hukukun ilgi alanına girmediği anlayışı hukuk teorisi ve pratiğinin merkezine yerleşti. Bunun sonunda hukuk, teorik zeminde hem bir bilim olarak otonom bir evrensellik ölçütü kazanacaktı, hem de bu ölçüte uygun, yani ahlaksal, sosyal içeriklerden bağımsız prosedürel yasalara dayanarak uygulanan hukuk pratiği hukukun bağımsızlığını ve üstünlüğünü tesis edecekti. Hukukun üstünlüğü sorunsalının çözümü, adeta ahlaksal, sosyal ve felsefi her türlü sorgulamanın hukukun dışına atılmasıyla mümkün görüldü. Bu yolla hukukun otonomisi, hukuku yasalara indirgeyerek, hukukun çağımızdaki formel ve prosedürel yöntemle uygulanmasının önünü açan bir biçimde tanımlanmış oldu.

Bu durum, yazımızın başında işaret ettiğimiz iki soruya yine de cevaplar verir, fakat bazı problemleri de içerisinde barındırır. Hatırlayacak olursak sorularımız aşağıdaki gibidir: Hukukun ve içerdiği adalet, hak, özgürlük kavramlarının kaynağı nedir? İkinci olarak da hukukun meşruiyetinin kaynağı veya dayanağı nedir? Hukukun yasalar ve prosedürlere indirgenmesi, adalet, hak ve özgürlük kavramlarının kaynağını belirli bir zaman, koşul ve kişiler tarafından yapılan anayasalara ve yasalara bağlar. Bu andan itibaren yukarıdaki ilke ve kavramların kaynağı, yasaları yapanların iradeleridir veya emirler manzumesidir artık. “Kurucu anayasanın belirlenimine bağlı yasal düzendeki öznelere kalan tek eylem, onaylanan ilk yapıyı koyan bir birey veya bireyler gibi davranma zorunluluğudur”. Burada hukuk felsefesi açısından sorun, hukukun kaynağının ve meşruiyetinin dayanağının artık yasaya uygunlukta bulunmasıdır. Yasaya uygunluk, burada hukukun meşruiyetinin kaynağı olmakla beraber, yasaların geçerliliği ise kural koyucunun iradesinde bulunur. Dolayısıyla haksız veya adaletsiz olana dair karar verici ölçüt yasanın kendisidir. Fakat hukuk, yasanın haksızlığını veya adaletsizliğini denetleyebilecek tartışmalara, yasa hukukun yegane öğesi kılındığı için, girmez. Çünkü hukuksal alan etik sorunlardan bağımsız bir karaktere sahip olarak tanımlanmıştır.

Oysa hukuk, haklar ve adalet üzerine düşünülmeden tanımlanamaz. Hak ve adalet düşüncesi hukuk sistemlerine nüfus etmiştir ve hukuk felsefesi bu nedenle hukuk sistemleri için merkezi bir önem taşır. Zira adaletin tecellisi, hukuk sistemlerinin merkezi amacıdır ve adalet bu yüzden ister pozitivist ister normatif olsun hukuk sistemlerinin dayandığı ve bu sistemler aracılığıyla gerçekleşebilecek bir erdem olarak hukukun varlığının koşuludur. Fakat bir yandan da adalet, tam da hukuk sistemlerinin evrenselliğinin koşuludur. Çünkü adaletin kendisi, hukukun pozitif yorumunu aşan ve hukukun evrensellik talebini karşılayan yegane ilkedir. Nitekim her ne kadar adalete ilişkin etik ve felsefi tartışmalardan soyutlanmaya çalışılsa veya pek çok ülkede farklılıklar gösterse de hukukun ve hukuksal uygulamaların hem dayanacağı ilke hem de karşılayacağı eksiklik ve ihtiyaç adalettir.

Benzer durum hak ilkesi için de geçerlidir. Zira hukukun sadece prosedürlere indirgenmiş karakteri, haklar konusundaki tartışma alanını daraltıcı bir niteliğe sahiptir. Temel bireysel ve kolektif hakların anayasa ve yasalarca tanımlandığı aşikardır. Fakat yasaların haklar ile ilişkilerini değerlendirirken statik bir yoruma bağlı kalmanın getirdiği sorunlar da bir o kadar önemlidir. Yasalarca tanımlanan hakların zaman içerisinde bireysel ve kolektif yeni hak taleplerini veya mevcut kapsamlarının genişletilmesi taleplerini karşılaması da gereklidir. Belirlenmiş normların içerdiği hak ve özgürlük taleplerinin zamanla yeni tanım ve talepleri karşılayacak biçimde dinamik bir yapıya sahip olmaları gerekir. Belirli bir zamanda hakları tanımlayan yasaların artık bu tanımları aşan yeni hak tanımlarını içerecek biçimde değiştiği ve dönüştüğü siyasi tarihin köklü dönüşüm ve devrimlerinde görülmüştür. Zamanla ortaya çıkacak yeni hak ve özgürlük taleplerinin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Hukuk sistemlerinin demokratik olup olmadıklarının ölçütü de zaten yeni talepleri mevcut yasalarca içerilen hak tanımlarına uydurmak, uymayanları dışarıda bırakmak değil, bu talepleri karşılayabilecek dinamiğe sahip olmasıdır. Zira yasalar, geçmiş hukuksal eylemlerce görünür olan hakların cisimleşmesi olmalarına rağmen, yasaların meşruiyet ölçütü olarak adalet, insanların özgür, politik, bireysel veya kolektif deneyim, eğilim, ilgi ve taleplerine bağlıdır. Bu yüzden bu taleplerin ortaya çıkabilmesi, yorumlanması, değerlendirilmesi ve hukuk sistemlerince kabul edilmesi yeni hak ve özgürlük taleplerini içerecek yasaların yapılması her şeyden önce eleştirel, moral, politik niteliğe sahip bir demokratik düşünümü gerektirmektedir. Bu edim beraberinde hak-adalet-özgürlük-eşitlik kavramlarının moral, politik ve hukuksal açıdan yeni yorumlarının, tanımlarının yapılmalarını, yani aslında hukuk üzerine çağdaş bir felsefi düşünümü gerektirmektedir.

Yurttaşların, hukuksal kurumların ve organların yasalara dair demokratik konumları, aslında onların içerdikleri hak, özgürlük, adalet gibi ilkelerin yeni koşullarda yeniden ele alınması ihtiyacını karşılayan bir akıl yürütmede ortaya çıkar, onlara sorgusuz itaatte değil. Zira modern demokratik toplumlarda hukukun üstünlüğüne bağlılık, hukukun yurttaşları eşitler olarak gören karakterinde tek tek her bir yurttaşı politik bir birliğin üyeleri olarak betimlemesinden kaynaklanır. Bu, hukukun ve hukuk üzerine düşünüm olarak hukuk felsefesinin, artık daha önce bahsettiğimiz doğal hukuk öğretilerinde içerildiği biçimiyle haklara, adalete ve özgürlüklere ilişkin felsefi düşünümün temeline ve meşruiyet sorunsalının çözümüne aşkın ilkeleri veya pozitivist görüşte olduğu gibi salt prosedürel bir indirgemeyi koyamayacağı anlamına gelir. Bu, hem hukukun hem de yasaların meşruiyetinin dayanağı sorununun çözümüne, hukuk felsefesi aracılığıyla, artık toplumun kendi eliyle yarattığı kurumların işleyişine dair eleştiriyi, yorumlamayı, moral ve politik bir yargılama yetisini koymak demektir. Aslında bu, “kanunun muhalif süreçlerle ve vatandaşlarca deneyimlenerek geliştirilmesi ve test edilmesi” anlamında hukuksal ve politik eylemlerin dönüştürücü etkisini işaret eder. Doğal hukuk geleneğinde hakim olan hukukun meşruiyeti sorunsalına cevaben içerilen evrensel ve zaman üstü hukuk kavramının yerini çağdaş hak ve hukuk felsefesinde hukuksal sistemlerin yanlış yönlerine yönelen, aşkın ilkeleri veya değerleri değil, sisteme içkin değerleri ele alan çağdaş felsefi bir sorgulamanın alması gereklidir.

Böylesi bir çağdaş hukuk felsefesinin genel hatlarıyla hem doğal hukuk geleneğini hem de pozitivist bakış açısını aştığını söyleyebiliriz. Bu yanıyla sorun artık hukukun meşruiyeti ve hak, özgürlük ve adalet ilkelerine ilişkin zamanüstü tanımlama çabasını aşar. Nitekim özellikle bizi, yasanın ve yargı kararlarının haklı veya adil olup olmadığını sorgulamaya yönelterek hukuk biliminin ve hukuka dair yaygın görüşün sınırlarını aşmaya zorlayan şey, çağımızın insansal sorunlarının bizi yönelttiği pratik felsefenin sorunlarıdır. Çünkü çağımız konjoktürünün de etkisiyle biliyoruz ki artık “hukuk ne Tanrı tarafından bildirilmiştir ne de bilim tarafından keşfedilmiştir; onun taşıdığı değerleri dikkate almaksızın yorumlayarak incelemeyi meslek haline getirenlerin de katılımıyla oluşan tamamen insan yapımı bir eserdir”. Hukukun insan yapımı olması vurgusundaki hayati nokta, hukukun ve yasaların yapımında ve yapılış yönteminde içerilen katılım ve çoğulculuk tartışmalarıdır. Bu yanıyla hukuk, hukuk felsefesinin yardımıyla, bireysel ve kolektif haklar, politik katılım ve anayasa yapım süreçlerinde kamusallığı ve katılımı kısıtlayıcı her türlü otoriter iktidar pratiklerini sorunsallaştırmadan düşünülemez. Özellikle kamusallık ve kamusal alan kavramları, Habermas’ın vurguladığı biçimiyle hukuk teorisinin içerisinde değerlendirilebilir ve katılımcıların bakış açılarını, politik yasa yapıcı yöneticileri veya özel yasal kişi ve yurttaşların rollerini kapsamalıdır. Zira Habermas’a göre, yasaların meşruiyeti sorunları gibi hukuksal sorunlar, ahlaksal ve politik sorunlardır ve müzakereci bir demokrasi ve kamusallık kavramları temelinde politik felsefe içerisinde ele alınmalıdır. Ona göre hukukun etkin biçimde işleyen bir kamusal alan içerisinde kurumsallaşabilir olduğu durumda bireysel yargılamanın pratik, hukuksal ve politik bir yargılama meselesi olarak görülmesi mümkün olur.

Genel bir tanımlamayla Kamusallık, adalete ilişkin normatif meseleler ile iyi yaşama ilişkin değer meseleleri arasındaki ayrımdır (…) Bu ayrım, ne temel doğal bir hakka dayanır ne de öncelikli iyilerin teminat altına alınmasına referansla gerçekleşir. Bundan ziyade, ihtiyaçlara ilişkin iletişimsel yorum ve söylemsel tartışma süreci içerisinde tüm ilgili olanlarca geçerliliği tanınan o ilgi ve ihtiyaçların tatmini, iyi yaşama ilişkin tikel kavrayışların peşinden koşmanın üzerindedir. Aynı zamanda pratik söylemde etkili bir katılım için gerekli olan genel toplumsal koşullar, tüm bireylerin sahip oldukları meşruiyet iddiasına ilişkin adalet ve hak meselesi olarak görülür.

Hukuksal ve yasal meşruiyetin kaynağı tam da bu kamusallık tanımının içerdiği müzakerede ve onun sonucunda cisimleşir. Nitekim Habermas, normatif bir demokrasi teorisini, yani müzakereci demokrasiyi tam da yurttaşların oluşturduğu ve müzakereye dayalı kanaat ve iradeyi tesis edecek olan iletişim koşullarının cisimleşmesi olarak görür. Dolayısıyla onun için demokratik bir haklar ve hukuk sisteminin meşruiyetinin kaynağı da bu müzakereci demokrasi modelidir. Zira “meşruluğun kaynağı, bireylerin önceden belirlenmiş iradesi değildir, (…) bizzat müzakere edilme sürecidir”.

Murat Satıcı

Kaynakça : İnsan&İnsan Dergisi S.21 (2019), sf. 718-722

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bilimsel Araştırmada Etik Problemler

Geçmişten günümüze insanlık tarihi boyunca bilimsel araştırmalar insanlığın çizgisine yön vermiştir. Yapılan araştırmalar kimi zaman insanlı...