Çağımızda sosyal bilimlerin yeniden yapılandırılması gereğine işaret edilen Gulbenkian Komisyonu raporunda hukuktan “hiç bir zaman tam anlamıyla bir sosyal bilim olamayan ... alan” olarak söz edilmektedir. Komisyon üyeleri bu kanaatlerine sebep olarak, sosyal bilimlerin varoluşundan önce de üniversitelerde hukuk fakültelerinin var olduğunu ve ders programlarının öğrenci yetiştirme işlevine yönelik bulunmasını göstermişlerdir. Yine raporda, nomotik sosyal bilimcilerin içtihadı kuşku ile karşılamaları, hukukun normatif yapısının ampirik araştırmaya elverişli olmaması ve kanunların bilimsel nitelik taşımaması açısından da hukukun bilimsellik sıfatı taşımadığını düşündüklerine işaret edilmektedir.
Raporda
da belirtildiği gibi, hukukun üniversite programlarında yer alması ve sistemli
bilgiler bütünü olarak öğretilebilir olması tek başına onun bilim olduğunu
göstermez. Zira, “her sistemleştirilmiş bilgiler topluluğu bilim değildir.
Bunların bilim olabilmesi için somut bir gerçekliği, yani zaman ve yer
bakımından belirli olan, ampirik olarak denenmesi olanaklı olguları kavraması
gereklidir. Bilimin kullandığı kavramların da somut bir gerçekliğe sahip
olması, gözlem ve deneyle kavranabilecek olguları dile getirmesi zorunludur.
Kısacası, bir bilgiler topluluğunun ya da kümesinin bilim niteliğini taşıması
için her şeyden önce konusunun, gözlenebilir bir varlık alanını içermesi ve bu
konu üzerinde üretilmiş sistemli ve düzenli bilgilerin birikiminden oluşması
gerekmektedir
Hukukun
sistematik bir bilgi bütünü haline getirilmesi, belli kategoriler içerisinde
ele alınması hukuk öğretimi ve uygulaması açısından pratik yarar sağlayabilir.
Ancak belirtildiği üzere sistemleştirilmiş her bilgi bilim değildir. Ayrıca, işaret
edildiği üzere, hukuk her şeyden önce emredici nitelikteki normlardan oluşmaktadır.
Hukukun normatif olması onun emir ve yasaklar içermesi anlamına gelmektedir.
Oysa bilim emir ve yasak kavramına tamamıyla yabancıdır.
Bunun
ötesinde, hukuk özü itibarıyla insan davranışlarını düzenlemekte olduğundan
doğrudan doğruya değerlerle ilgili bulunmaktadır. İnsan davranışlarını adalet
ideali çerçevesinde bir değerlendirmeye tabi tutmakta, onları doğru-yanlış,
iyi-kötü, haklı-haksız olarak nitelendirmekte, yani doğrudan doğruya değer
yargıları içermektedir. Hukukun bilimsel incelemesinde bu değerlerin de göz
önünde bulundurulması bilimin amacı olan hukuk gerçekliğinin tespiti açısından
zorunlu bulunmakla birlikte, bilimin değerlendirme yapabilmesine olanak yoktur.
Sadece içerisinde değerleri barındırması açısından değil, aynı zamanda,
belirtildiği üzere, olanı, olguyu açıklamak yerine, olması gerekeni, idealize
edilmiş insan ilişkileri ve toplumsal düzeni öngörmesi açısından da yine
hukukun bilimsel incelemeye konu olabileceği şüphelidir.
Bütün
bunların ötesinde, bilimsel kaygının hukukun işleyişini mekanikleştireceği
belirtilebilir. Hâlbuki doğrudan insana, insan eylemine yönelik bir alanın
mekanik bir işleyişe kavuşturulması doğru değildir. İnsan çeşitli açılardan
bilimin konusu olabilmekle birlikte, diğer bilim dallarının insana ilişkin
incelemeleri ile hukuk biliminin insana bakışı arasında önemli bir nitelik
farkı vardır. Her şeyden önce, hukuk insanı, onun doğa bilimleri ya da diğer
sosyal bilimlere konu olmasından çok farklı bir tarzda ele almaktadır. İnsan
diğer pozitif bilimler karşısında bir nesne konumunda iken, hukuk karşısında
bir süje, haklara sahip olan, hakkı ihlal edilen, hukuka uygun ya da aykırı
davranan bir özne konumundadır. Bu nitelik farkı, hukuk biliminin hukuk
kurallarını değerlerden arındırmak yönündeki yaklaşım tarzı ile birlikte
dikkate alındığında, hukukun bilimselleştirilmesi çabası çerçevesinde hukukun
düzenlediği bilinçli insan davranışlarını belirleyen, onların belli davranışları
yapma ya da yapmama biçimindeki tercihlerini olanaklı kılan, sadece insana özgü
ve onu doğadaki canlı cansız diğer varlıklardan farklılaştıran unsurların (manevi
dinamikler, iç saikler vs.) göz ardı edildiğini görürüz. Bu ise insanı, tıpkı
bir makine ya da sadece içgüdüleriyle hareket eden bir hayvan gibi algılamak
anlamına gelecektir ki bu da hukukun kendi iç mantığı ile tutarlı değildir.
Yine,
doğa bilimlerinin ürettiği bilginin bile kesinlik taşıyıp taşımadığının tartışıldığı
bir dönemde, hukukun bilimselliği yönündeki ısrarın, hukukun nedensel ilişkiler
çerçevesinde değişiminden ziyade, durağanlığına, statikliğine hizmet etmekten
öte bir anlam taşıdığı söylenemez. Çünkü bilimin inceleyeceği konunun nispeten
kararlılık göstermesi, belli bir düzenlilik arz etmesi gerekmektedir. Oysa
hukuk sistemindeki değişimin, bilimin varsaydığı doğrusallıkta bir işleyişe
sahip olması mümkün değildir. Sadece yasama organı (parlamento) tarafından
kanun çıkarılması durumda değil (ki her gün yeni kanunlar çıkarılmakta, mevcut
olanların bazı maddeleri değiştirilmektedir) hukuk uygulaması sırasında da
hukukun yeniden üretilmesi söz konusu olmaktadır. Buradaki kaygı başka bir şekilde
şöyle de dile getirilebilir: Bilimsel olabilmek için hukukun sistemli bilgi
niteliğindeki temel yapıya kavuşturulması şartsa eğer, o zaman hukuksal değişikliklerin
de bu sistemli bütüne uygunluk arz etmesi beklenir. Oysa genellikle, yalnızca
bilimsel kaygılar değil, toplumsal olgular ve (o kadar) toplumsal değerler
hukukun oluşmasında etkili olmaktadır. Gerçi iyimser bir bakışla, hukukun
toplumsal ihtiyaçlar çerçevesinde değişmesinin, hukuk sosyolojisinin bulguları
ışığında bilimsel bir niteliğe kavuşturulabileceği ileri sürülebilir. Oysa
hukukun toplumdaki hakim değerleri yansıtmasını bilimsel bir yöntemle
sağlayabilmek mümkün olmadığı gibi, hukuku değerlerden bağımsız bilimsel bir
analize tabi tutmanın da bir yararı yoktur. Her şeye rağmen, hukukun uygulandığı
toplumsal yapıya uygunluğu adına olumlu sayılabilecek bu etkinin arkasında çoğu
zaman siyasi ve ideolojik çekişmelerin yattığı, yasama organındaki hakim
ideolojinin hukuka da ağırlıkla yansıdığına şahit olunmaktadır. Hukukun aynı
yasama dönemi içerisinde bütünüyle değiştirilebilmesine olanak bulunmadığı
dikkate alınacak olursa, tutarlı bir bütün arz etmesi beklenen hukuk sisteminin
farklı zamanlarda farklı yasama organlarınca yapılmasının, bir yandan onun
objektivitesi ve rasyonelliğine, diğer yandan da tutarlılık, bütünsellik ve
çelişmezliğine şüphe düşüreceği açıktır.
Burada
hukuk biliminin tavrı, hukukun yapılması sürecini hukuk biliminin ilgi alanı
dışında bırakmak yönündedir. Bir başka ifade ile, hukukun olağan prosedür
çerçevesinde yapılmasının bilimsel olmadığı, bu yüzden hukuk politikasının işi
olduğu vurgulanmaktadır. Ancak, acaba aynı şey hukuk biliminin konusu olan
hukuk uygulaması açısından da söylenebilir mi?
Gerçi
hukukun yapılması ve uygulanması süreçlerinin birbirinden kesin çizgilerle
ayrılıp ayrılamayacağı sorunu önemli bir sorundur. Ancak yine de bir tarafa
bırakılabilir. Böyle bir ayrım yapmanın olanaklı olduğunu varsaysak bile az
önce işaret edildiği gibi, hala çözülmesi gereken bir sorun vardır. Hukukun
siyasal etkilere açık bir organ tarafından yapılmasının bilimsel bir faaliyet
sayılmayacağı açıktır. Bununla birlikte hukukun uygulanması süreci içerisinde,
yani bilimsel faaliyetlerin yürütülmesi aşamasında, toplumsal dinamiğe ayak
uyduramayan hukukun, tarafların katkılarıyla mahkemelerce sürekli biçimde
yeniden üretilmesi söz konusu değil midir? Bu durumda, hukukun oluşmasını, bilimsel
faaliyet alanında gerçekleştiği için bilimsel bir faaliyet sayacak mıyız? Bu
durumda karşımıza daha da önemli bir problem çıkmakta, bir taraftan bilimsel
usullerle yapılan hukuk, diğer yandan ise bilimsel olmayan bir yöntemle yapılan
hukuk aynı sistemli bütün içerisinde nasıl birbiriyle bağdaşacaktır.
Ali Şafak Ballı
Kaynakça : Türk Sosyal Bilimler Derneği 8. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi (2003) tebliğ metni
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder