Hukuksal ve sosyal sorunlara yanıtlar aranırken bilimin kullanılması gerekliliği çok önceden beri yetkin bilim adamı ve hukukçular tarafından savunulmuştur. Büyük bir bilim adamı olan Karl Pearson, 1892 yılında yazdığı bir eserde kendi hayalini şu sözlerle ortaya koymuştur: Olguların sınıflandırılması ve bu sınıflandırmaya dayalı olarak kesin hüküm kurulması –bir başka deyişle hüküm kurulurken kişisel görüşlerden kaçınılması– esas olarak çağcıl birimin ereği ve yönteminin bir özetidir. Bilim adamı, kararını bozuk kılacak her şeyin üstündedir ve ileri sürdüğü düşünce, herkes bakımından olduğu gibi kendisi açısından da doğru olmalıdır. Olguların sınıflandırılması, onların sonuçlarını ve göreceli önceliğini tartma, bilimin bir fonksiyonudur. Yine, kişisel duyguların karıştırılmayarak olgulara dayalı olarak hüküm kurulması, bilimsel zihniyetin bir özelliğidir. Sadece bir sınıf fenomen ve bir sınıf çalışanlara ait bir özellik göstermeyen olguları inceleme sosyal ve fiziki problemlere uygulanabilen bir bilimsel yöntemdir ve bilimsel zihniyete sadece profesyonel bilim adamlarının sahip olduğu anlayışı yanlıştır (Loevinger, s. 11, 12).
Pearson’un
söz konusu bakış açısı; 1895 yılında yazdığı bir eserde büyük hukuk adamı ve
avukat Oliver Wendell Holmes tarafından da paylaşılmıştır. Holmes’e göre; ideal
bir hukuk sistemi; koyutlarını ve yasalarının ussallığını bilimden alır.
Holmes, kendi yaşadığı dönemde; geleneklere, üstü kapalı ifadelere, başka türlü
olabilirliği dikkate alınmayan olgulara dayalı olarak kural konulduğunu ve söz
konusu kuralların sanki aklın bir gereği gibi sorgulanmaksızın uygulandığını
ifade etmektedir (Loevinger, s. 12).
Holmes
bu konuya, hukuki gerçekçilik (hukuki realist) akımını benimseyen bir topluluğa
yaptığı konuşmada yeniden değinmiştir. Bu toplantıda Holmes şu şekilde bir
konuşma yapmıştır: kara kaplı hukuk kitaplarındaki bilgilere sahip olan kişi
günümüzde rasyonel bir hukukçu olarak kabul edilebilir; ancak, geleceğin
hukukçusu istatistik ve ekonomi alanında yetkinliği olan kişidir... Eğitimin
gelişmesi ölçüm bilgisinin gelişmesini de gerektirir. Mantık ve bilimin dilini
kullanmak, sözel hükmün yerini sayısal hükmün alması demektir... Hukukta çok
nadir olarak mutlak sonul karar ve sayısal hükme ulaşırız. Çünkü bir davada
hüküm verilmesini gerektiren yarışan sosyal erekler, hem davalı hem de davacı
açısından belirli bir sayıya indirgenemez ve tam anlamıyla sayısallaştırılamaz.
Bu durumda önemli olan husus; zamana göre değişen yarışan istemlerin
ağırlığının dikkate alınması; eğer istemler sabit ise o sabit istemden eksik
veya fazla olmamak üzere göreceli bir karar vermektir. Fakat iyileştirmenin
temelini mümkün olduğu ölçüde doğru saptama yapabilmek oluşturur... Zihnimde
hukukun sonul aşamada bütünüyle bilime bağlı olması yatmaktadır. Çünkü yarışan
sosyal ereklerin göreceli değeri sonul olarak ancak bilimle ölçülebilir.
Günümüzde hukuk, bilime bağlı olmadığından yarışan sosyal erekler arasındaki
göreceli değer; kör ve bilinçsiz bir şekilde belirlenmekte; bu durum ise bir
ilkenin sadece bir yönünün dikkate alınarak öbür yönünün dikkate alınmamasına
ve böylece dar bir kalıba sıkışmaya yol açılmaktadır. Bu durumu, –kuşkusuz
bilimi yaşamın her alanına hakim kılmak olanaklı olmasa da– istatistik ve diğer
çağcıl yöntemleri kullanarak aşabiliriz. Bilimi yaşamın her alanına hakim
kılmak, ulaşılması olanaksız, ideal bir istektir; ama ideal olmadan yaşamın ne
anlamı vardır? (Loevinger, s. 12-13).
20.
yüzyılda bilimde olağanüstü gelişmeler görülmüş; bilimdeki ilerlemeler sonucu
birçok ürün ortaya çıkmış ve buna paralel olarak ortaya çıkan ürünlerle ilgili
yasal ilkeler konulmuştur. Eğer 19. yüzyılda bilimin kaydedeceği gelişmeler
hakkında yapılan öngörüler doğru olsaydı, bilimin bu zamana kadar en azından
temel yasal problemlerin çözümünde bazı esaslı katkıları sunması gerekirdi.
Ancak, gerçekçi olmak gerekirse yasal veya sosyal problemlerin çözümüne bilim
eğer varsa oldukça az bir katkı sağlamıştır. Gerçekte, bilim, gizli nitelikteki
yasal veya sosyal problemleri ağırlaştırmış veya yeni sorunlar yaratmıştır
(Loevinger, s. 13)
Ancak,
bilimin bu başarısızlığının nedenlerini bulmak kolay değildir. Acaba bilim
vermiş olduğu söz de durmadı mı? Biz bilim tarafından verilen yanıtları dikkate
almadık veya kullanmadık mı? Önceki düşünürlerin bilim hakkında yaptığı
öngörüler yanlış mı veya bilimin yöntemi sadece fiziki olgulara uygulanıp
sosyal alanlarda işe yaramaz mı? (Loevinger, s. 12).
Bu
sorulara açık ve haklı gerekçelere dayanan yanıt vermek kesinlikle kolay
değildir. Bununla birlikte, Loevinger’in fikrine göre, bu başarısızlığın kısmi
nedenlerinden birisi, bilimi çalışmalarında kullanmak isteyen kişilerin, bilime
yanlış soru sorması ve ona yanlış görev vermesidir. Yazara göre, Aleattin’in
sihirli lambasına işaret ederek cin çağırması gibi, bazı kişiler, bilimden
sosyal politikaları ve siyasaları deney tüpü veya imbikten ortaya çıkarmasını
beklemişlerdir. Bir başka deyişle, onlar, matematikçilerin logaritma, sinüs ve
kosinüs tabloları ürettiği gibi sosyal bilimcilerin de yarışan hak ve
çıkarların sayısal değerlerini hesaplayabilecek bir tablo üretebileceğini
düşünmüşlerdir. Nitekim yargıç Cardozo’nun düşlerini, yargının formülünü
hesaplayabilmek için bir logaritma tablosunun yapılması süslemiştir. Kuşkusuz
son yıllarda bilgisayarların gelişmesiyle bilim adamları yasal sorulara yanıt
oluşturabilecek veya dava ve hukuksal sorunlara ne şekilde karar verileceği
yönünde güvenilir tahmin yapabilen yazılım programları geliştirmişlerdir. Ancak
sosyal bilimden istenilen beklentilerin karşılanması, yakın bir zamanda görülemeyeceği
gibi uzak dönemde de büyük bir olasılıkla görülemeyecektir (Loevinger, s. 13).
Loevinger’e
göre, sosyal bilimin istemleri karşılayamamasının kısmi nedeni; bilim ve
hukukun farklı iş görüsü gereği her birisinin veri sağlama tarzının farklı olmasıdır.
Daha somut bir deyişle; bilim olguları analiz etme ve kestirme üzerine
odaklanırken, hukuk, davranışları sınıflandırma ve kontrol etme dürtüsüyle
hareket eder. En basit ve yalın haliyle bilim betimleyici, hukuk ise emredici
ve buyurucudur. Hukukun görevi yaşam ve işlemler için ölçüt koymak olduğundan
normatiftir; buna karşın bilimin görevi, gözlenebilen olguları anlamaya ve
kestirmeye yarayan veri ve ilke sunmak olduğundan açıklayıcıdır. Bununla
birlikte, hukuk ve bilimin yapacağı sistemleştirme anlama ve öngörüye dayalı
olduğundan ikisi arasında bir takım ilişki bulunmaktadır. Ancak hukukun
işlevinin ayrıntılı bir şekilde incelenmesi sonucu; anlama ve öngörünün, her
biri bakımından farklı olduğu anlaşılır (Loevinger, s. 13, 14).
Çünkü
hukukun –sık sık ayrımlaştırıldığı üzere– kamu ve özel hukuk olarak iki düzeyde
işlevi bulunmaktadır. Hukukçuların kamu hukuku olarak adlandırdığı hukuk dalı
bilim adamları tarafından makro hukuk olarak adlandırılmakta ve söz konusu
hukuk dalı; ülkeler arasındaki ilişki, sosyal gönenç ve güvenlik sisteminin
kurulması, tüketicilerin, azınlıkların ve diğerlerinin korunması için genel
ilkelerin konulması gibi alanlarda kamu politikalarının oluşturulması işiyle
uğraşmakta; hukukçular tarafından özel hukuk olarak adlandırılan hukuk dalı
bilim adamları tarafından mikro hukuk olarak adlandırılan hukuk dalı ise
kişiler ve ticaret ile iş yaşamanın belirli durumlarını düzenlemektedir.
Kişilerle ilgili durumlar kimi zaman makro nitelikte kamu politikalarının
oluşturulmasına yol açtığından kamu ve özel hukuk arasında yapılan bu ayrım
kesin değildir. Bununla birlikte yapılan büyük boyutlu hukuksal malzeme
arasında ayrım yapmaya olanak sağladığı için kamu-özel hukuk ayrımının bir
takım pratik faydaları bulunmaktadır (Loevinger, s. 14).
Hukuka
katkı yapmak isteyenlerin temel ilgi alanı kamu veya makro hukuk alanında
politika üretmektir. Bununla birlikte avukat ve diğer profesyonel hukukçuların
temel ilgi alanı ise özel veya mikro hukuk alanında uğraşmaktır. Her iki hukuk
alanında da karakteristik bir takım özellikler bulunmaktadır. Bir sorunla
karşılaştığı zaman hukuk bir takım prensipleri kabul etmelidir. İlk olarak; bir
amaç veya hedef belirlemelidir. İkinci olarak; araştırma ve soruşturma
yöntemini oluşturmalıdır. Üçüncü olarak; maddi olayla ilgili veri sağlamalıdır.
Dördüncü olarak; mantıki çatı veya genel düşüncesini (konseptini) düzenlemeli,
beşinci olarak verileri analiz etmeli ve son olarak da karar veya hükmü
formülleştirmelidir (Loevinger, s. 14). Bu zamana kadar bilim adamları tarafından
hukuka yapılan en büyük katkı belirli olaylarda kanıt sunmaları; daha somut bir
deyişle mikro hukuk alanında maddi veri sağlamalarıdır. Özellikle yaralama
(müessir fiil) ve ceza davalarında bilim tarafından kanıt sağlanması
durumlarıyla sık sık karşılaşılmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde geçmiş
yıllarda avukatlara verilen “Bilim ve Hukuk” seminerlerinde; kaza sonucu oluşan
yaralanmaların boyutunu tam olarak doğru belirleyebilmek için gerekli olan adli
tıp bilgileri verilmiştir. Yine suçluların belirlenmesi, yakalanması ve izinin
sürülmesi alanlarında hukuk, bilimin; parmak izi, kan ve saç kılı örneği
almasından, balistik, mikroskobik ve kimyasal analiz yapmasından, radardan,
kan, nefes, psikiyatrik ve alkol muayenesi yapmasından yoğun bir şekilde
yararlanmıştır. Yine hukuk, güvenilirliği tam olarak sağlanması koşuluyla
bilimdeki gelişmeler sonucu ortaya çıkacak çağcıl aletleri de (örneğin ses izi
makinesi) kullanacaktır. Yalan makinesi (poligraf) ve ifadelerin doğruluğunu
ölçmeye yarayan diğer aletler, bazı durumlarda kullanılmasına rağmen onların
yasal geçerliliği konusunda günümüzde bir takım kuşkular bulunmaktadır. Ancak,
bu aletler bilim tarafından genel kabul görmesine paralel olarak hukukçular
tarafından da genel olarak kabul edilecektir (Loevinger, s. 14, 15).
Günümüzde
bilim ve teknolojide baş döndürücü tarzda hızlı gelişmeler görüldüğünden hukuk
ve bilim birlikte çalışmalı ve birbirleriyle ilişki kurmalıdır. Sorun; birlikte
çalışmanın veya ilişkiye geçmenin olup olmamasında değil, nasıl olacağı
üzerinde odaklanmalıdır. Bunu sağlamanın bir yolu; hukuki sorunlara yanıt
aranırken bilimsel yöntem ve verilerin kullanılması demek olan hukukmetri’nin
(jurimetrics) kullanılmasıdır. Hukukmetri uygulamalarının hukukta bu zamana
kadar oldukça az kullanılmasının bir nedeni, hukuk tarafından gösterilen
dirençtir. Diğer nedeni ise, bilim tarafından hukukmetriye yapılan katkının
oldukça az olmasıdır. Bu zamana kadar oldukça az olarak önemli ve kanıtlanmış
bilimsel doğrular hukukçular ve politika oluşturanlar tarafından
kullanılmıştır. Eğer bilim adamları mikro veya makro hukuka katkı sağlamak
istiyorlarsa, öncelikle ilgili ve önemli nitelikteki bilimsel veri ve sonuçları
hukuka sunmalıdırlar. Bu hususu gerçekleştirebilmek için her şeyden önce bilim
adamı, bilim adamı hüviyetinde çalışmalı, hukuk ve diğer kamu yönetimi
organlarında görev almamalıdır (Loevinger, s. 22). Bu açıklamalardan sonra,
hukukmetrinin de temelini teşkil eden istatistiğin hukuk bilimindeki önemi
aşağıda ayrıntılı bir şekilde açıklanacaktır.
Hasan Dursun
Kaynakça : Türkiye Barolar Birliği Dergisi S.64 (2006), sf. 264-268
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder